17 Kasım 2013 Pazar

Ahh bu an..

Dışarıda bir dünya,
-seni anlamayı bekleyen-. Sense etrafındaki küçük dünya ile sınırlı sanıyorsun tüm evreni. Kimse seni bilmiyor gerçekten, anlamıyorlar da değil mi? Zaten anlasalar da beğenmezler, zevkleriniz uyuşmuyor çünkü. Belki onlarla sınırlı değildir her şey. Belki yanlış basamakta durdun. Birilerini değiştirme basamağında olmak istiyorsun. Peki ya öyle bir basamak hiç var olmadıysa? Hiç düşünemedin değil mi bu yoğunlukta. O kadar meşgulsün ki onları yargılamak, eleştirmek ve değişmelerini istemekle ve sonuçta da çok ilerleyemeden, farkına bile varamıyorsun seni bekleyen koca bir dünya insan var hem de bunların hiç birini yapmana gerek kalmadan yakın hissedeceğin insanlar. Şimdi nasıl gideyim de nereden bulayım onları deme kendine, aramaya başla bir yerlerden. En azından aramayı iste. Belki ilk bakmaya başladığın yerde olacaklar senin gözüne ilişmeyecekler ilk bakışta. Just be on the road, keep going.. derler ingiliz atalar biz amerikan ingilizcesi öğrensek de anladın sen konuyu. Devam et, yolda ol, durma yeter. Göreceksin, hiç bir şey yeni keşifler kadar haz vermiyor. Birini ömrüm boyunca pek tanıyamamanın acizliğinden ise birini bir haftalığına ya da bir ay -kısa süre neyse senin için- daha yakından bilmek. Yan yanayken kafalarınız arasında radyo dalgaları uçuştuğunu hayal etmek gibisi yoktur.

Bir insanı çok az tanımak kadar güzel bir şey yoktur. Birini yolda yanından geçerken güldüğü kadar, saçlarını savurduğu kadar, sakalını kaşıdığı, çocuğuna baktığı, sevgilisini öptüğü kadar tanımak gibisi yoktur. Birini anlık bilmek bazen yıllara bedel olabiliyor..**


an*
en kısa hikaye parçasına an denir
bazı anlar bütün yaşamımızı belirler
"bütün yaşamımız" dediğimizde o bir kaç âna bakar aslında
bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır.
gerisi bulanıktır. geçmişi anlar berraklaştırır.

M.han

*berna
**caner(wicker park)

14 Kasım 2013 Perşembe

Kader, herhalde(?)

Kim demiş kader yok diye?
Ben mi?
Mümkün değil.
Ben desem desem şuna benzer bir şey demişimdir:

Ya kendi yarattığın bi kaderin vardır ya da başkasının yarattığını iddia ettiğin bi kaderin.. ama bunu söylerken unutma ki, iddialar doğruluğu ya da aksi ispatlanana kadar ne doğrudur ne de yanlış..

26 Eylül 2013 Perşembe

Beyler ağalar istanbul ne tarafta?

Şu kısacık ömrüm boyunca o kadar yakın olmuşken İstanbul şehrini bulunduğum son iki yıl içinde bir parça öğrenmiş bulunmaktayım. Fakat büyük bir şehri bilmek öğrenmek o kadar da kolay bir şey değil benim gözümde. Bakma benimkisi köprünün üzerinden geçerken aşağıda deniz olduğunu bilmek kadar bir bilgi ile sınırlı idi bir zamanlar ondandır bu kabarmalarım. O denizin bile nerede olduğunu bilmeyenler görmeyenler olduğunu bilmemdendi ukalalığım..

Bence bi şehri çok iyi bilirim demek çok ucu açık çok fütursuzca bi laf ki bi memleketi her köyüne bucağına sokağına köprüsüne kadar bilmek imkansız gibi. Nerede güzel kahve içilir nerede ucuz kıyafet alınır neresinden görünür en güzel endamı o memleketin.. sanki hepsini birden bilmek bilebilmek pek bi manasız içi boş bi laf gibi..

Bu yüzden bir yeri iyice bilmeyi tabi ki gerçek manası haricinde daha kabaca-çok sevgili hocamın lafıyla- bir manada anlıyoruz. Belki de anlayabileceğimiz tek hali de budur, bilinmez..

Fakat kişi adına yeni yeni bilinmeye başlanan bi yerin manası her zaman aynı oluyor gibi.. O yer ister büyük ister küçük bi yer olsun bu bilinmezlik durumu duygusu çok benziyor birbirine.
Beşiktaş' ta iken Kadıköy hangi yönde diye sormak gibi, başka bir yol bilmediğin için Kadıköy' den Üsküdar' a gelmek gibi.. İskeleden geçiyor mu? demek gibi, insanların içinden acıyarak "..len mal iskeleden sonra yol mu var?" dediğini bile o anki bakışlardan değil dolmuştan indikten sonra anlamak gibi. En son şahit olduğum bir olayda ise Kabataş' tan Üsküdar vapuruna( başlarda gemi dediğim sonra tekneye küçülttüğümden beri en son buna karar verdim fakat emin olmamama rağmen utancımdan hala soramıyorum :I ) tıngır mıngır binmiş iken tabi kör cahilliğimi hala üzerimden atamadığım için yukarı çıkmıştım,o serin havada..  Bi süre sonra merdivenlerden tedirgin adımlarla süzülen adam, yine yavaş ve eminsiz bir tonla arkamdaki kıza şöyle diyordu: Kabataş değil mi? Yanlış binmedim? Kız gayet sakinlikle ve anlayan bir tavırla cevap verdi: Evet Kabataş- Üsküdar. Ben inanılmaz çatlak bir kahkahanın eşiğinden dönmüştüm o sırada. Binerken kocaman yazıyı da mı okumadın be adam diyorum içimden. Ama sonra bunu çok fevri bir tavır olacağına karar verdim. Adam o kadar bilmiyor o kadar yabancıydı ki o anda nerede olduğunu bile bilmiyordu. Haklıydı. Bir yeri hiç bilmemek insana böyle bir hakkı da tanıyordu. Benim yaşadığım saçma sapan adres etkinlikleri geldi aklıma.. Utandım kendimden. O zamanlarda, başka insanların da benimle ilgili aynı gülme hissiyatlarını bastırdıklarından değildi bu utancım. O adamla benzer duyguları yaşadığımı unutmamdan utanmıştım o anda..

Bir yere yabancı olma duygusunun aslında yere göre çok da değişmediğini anladım sanki. O yer ister büyük ister çok sıradan bir taşra kent olsun. O çok büyük dediğimiz şehirlerden gelen insanlar da hep aynı yabancılığı duyuyor. Çok küçük bir yerde "bu dolmuş çarşıdan geçer mi?" diyor, dolmuşcu pis pis sırıtarak "zaten hepsi çarşıya gider abla" diyor, o genç metropol kadınına. Diğer yolcular da yutkundukları kahkahalarıyla içten içe eşlik ediyorlar ona. Herhalde aradaki tek fark küçük metropol kadıncığı havalı bir gizemli kadın örneği oluştururken, vapurdaki küçük kent adamımızın ezilip kabuğuna girme örneği oluşturması olabilir.

 Ben her zaman adres bilmemeyi utanç meselesi haline getirmiş, gideceği yeri hep biliyormuşcasına davranan kişi olmayı yeğlediğimden, büyük şehirde kalabalığı takip eden, küçük şehirde ise az soru soran kişi olmayı tercih etmişimdir. Fakat  herkesi anlamak adına kendime bir söz vermek istiyorum. Bundan sonra, ne vapurdaki adama gülüp onu ezik hissettireceğim ne de çarşıdan geçer mi diyen kadının havasını indirmek için tıslayarak güleceğim..

16 Eylül 2013 Pazartesi

Ben mi, rüya mı?

Hayatım bir rüyadan ibaret gibi şu aralar.. öyle ki, uyandığımda az önce konuştuğum kimse olmuyor yanımda.. ne kalp çarpıntılarım ne de korkularım gerçek.. dünya gerçek de ben mi değilim yoksa?

10 Eylül 2013 Salı

Bizim çimler gibi değil buradakiler

Okuldayken, baş başa çimenlerde uzanıp dünyadan bahsedebileceğim insanlar vardı etrafımda. Çimenler değil çimler benim için onlar. Öyle boylu boyunca utanmadan çekinmeden uzandığım çimler. Üzerinde tek başıma rahatça uyuduğum, kitap okuduğum, sabahlara kadar sohbet ettiğim çimler. Kahkahalarımın birinden diğerine çarpıp durduğu ağaçlar. Beni ayıp lafından koruyan yeşil örtü.
Bazen yakıcı güneşten kaçıp nemli serinliğinde ferahladığım, bazen sırtımı onlara verip ağaçların yaprakları arasından güneşle göz göze gelme çabalarım, bazen yıldızlı bi gecede üzerlerinde şarkı söylediğim..
Ahh çimler, ahh..
Üzerimden çıkarmadığım kot pantolonumla lönk diye kurulabiliyordum üzerinize. O zamanlar beyaz pantolonları kirlenmesin, ten rengi külotlu çorapları kaçmasın diye çimlere öylece oturamayan kızlar vardı. Narin popolarının altına koymak için her daim birer kitap taşımak zorunda kalırlardı yanlarında. Onları anlayamazdım o zamanlar. Sadece çimlere de değil yere taşa merdivene bulduğum her yere oturabiliyormuşum. Hiç bir zaman da kirlenmiyordum.
Şimdilerde ben de o kızlar gibi olmaya başladım. Hala beyaz pantolon giymiyorum ama merdivenlere, altıma poşet koyarak sandalyeme ise minderini silkeleyerek oturmaya başladığımı fark ettim.
Ve yine şimdilerde etrafımda bir daha kendimi asla o kadar güvende hissederek uzanabileceğim çimler olmadığını görüyorum. Bugünlerde bana en yakın yeşillik, otoyollar arasındaki refüjler. Oralarda gün boyunca postu serip kafaya takkeyi kapatıp uyuyan bey amcalar da pantolonlarını kaşıyıp, takke altından kadınların arkalarını dikizlemekle o kadar meşguller ki, araya bi dakikalığına girip ilgilerini çekmeyi başaramıyorum bi türlü.. araya girmeyi başardığım bir günde, benim, uzadıkça zevkten zevke salındığım dünya sohbetlerim ona aynı tadı vermiyor. Kısa kes diyor, aydın diyor, hava diyor,  hayda rinna rinna rinna rinanay diyor ve ben kaçar deyip çekip gidiyor.
Çimlerde yan yana oturduğum arkadaşım anlaycağın dışarıda sanki herkes sıla dinliyor mahsun kırmızıgül izliyor. Ben beğenmiyorum diyorum. Neden? Mükemmel bence'ler, kafamı yumrukluyor. Açıklamaya başlıyorum, çok uzatmışım, sıkılıyorlar. Ben de bunları seviyorum diyorum, bakın. Ondan da sıkılıyorlar. Sinek yarım saatte uçuyormuş, onlar hep ışık hızıyla uçan sineklerle tanışmış demek ki.. Hala alışmaya çalışıyorum. Hep neşeli şeylerden bahsedip, kısa konuşuyoruz. Arada sıla dinleyip mahsun izliyoruz. Yaşlıların olduğu filmleri izlemiyoruz falan ..

9 Eylül 2013 Pazartesi

Bağlılık / spontane yazı 1



Ben cuma günü buraya geldiğimde sen daha ana rahminde bir tohum iken kucağıma düşüverdin ve bana sıkıca sarılarak benden yardım istedin. Bağırarak yanıma her koştuğunda sana sarılarak seni teselli edeceğime o gün söz vermiştim çünkü ve bu yüzden sana karşı hep bir sorumluluk hissettim, sen de bana karşı bu sebebin yarattığı bir sinerji ile hep daha fazla bir bağlılık, daha fazla bir minnet duygusu geliştirdin, biliyorum\ düşüneceksin... peki bu kötü bir şey mi dersen? tabi, hayır diyeceğim. Bu, iki insanin daha doğrusu düşünen\ duyguları olan iki insanin birbirine bağlılık duygusu geliştirmesi gibi dünyadaki en doğal olan olaylardan biri olan bağlılık duygusunun iki kişi arasında gelişmesinden başka bir şey değildir ki bu da ender rastlanabilecek bi samimiyet barındıran, çok naif bir insani duygudur kanımca ve bunu geliştirmek ayrıca da korumak tamamen bizim o duygunun samimiyetini ne kadar sürdürebileceğimize bağlı olarak değişecek bir durumdur. Sana söylemek isterim ki, bu tür bir durumun içinde olmamız ise, "ne tarz bir muammanın içine düşeceğim?" diye yakınmama sebep olmak yerine bundan aldığım büyük hazzın tadını çıkarmamı sağlayacaktır. Yaşadığımız bu durumu daha sonra senin de tanıştığın kişilere uygulayacağın bir reçete olarak devam ettirmeni hem tavsiye hem de rica ederim.*





*Yazdıklarımı bilinçli olarak birine ithaf etmedim. Bilinçaltında kimi düşündüğüm bilinmez. Yazdığım her kelimeyi eş anlamlısı ile değiştirmeden, sadece cümleleri anlamlı hala getirmek için konumlarını düzenleyip bir kaç kişiliksiz kelime ekleyerek son halini oluşturdum. Uzun ve manasız konuşmalar yapan içimdeki dedenin ellerinden öperim, alnıma koymam. Çünkü saygı, hiçbir zaman başını öne eğmek ile alakalı olmadı. Şu anda dede elimi öpmek istiyor, vermiyorum..

27 Ağustos 2013 Salı

O öyle olmuyo..

Bazı şeyler hiç hayal ettiğim gibi olmuyor. Hayal etmediğim gibi de olmuyor. Bazen hiç bir şey olmuyor, hem de hiç..

22 Ağustos 2013 Perşembe

Hayalimin dansı

Hep, koskocaman bir salonda, yüksek ses müzikle tek başıma dans ettiğimi hayal ederim. Yapmayı çok istediğim şeylerden birisi ömrüm boyunca. Öyle bi dans edeyim ki, içimden geldiği gibi, hiç kimse izlemiyormuş gibi ya da tüm dünya izliyormuş gibi. Saçmalayayım. Yerlerde sürüneyim. Ne bilim duvara sarılayım. Jennifer lopez gibi bastonum olsun havada çevireyim falan. Şimdi aklıma gelmeyen başka saçmalıklar.. Işıklar da olsun üzerime vuran, yanıp sönen, gözümü alan. Çok sahneye çıktığım söylenemez ama o spot ışıklardan karşımdaki hiç kimseyi göremediğim bir sahne deneyimim olmuştu ve o anda çok güzel bir şey oluyormuş gibi gelmişti. Karşımda tanımadığım bir sürü insan normalde çok heyecanlanmama sebep olacakken, karşıya gözümü diktiğimde o sonsuz ışık huzmesinin içinde tek başıma kaybolduğum fikrine kapılmıştım. Ben çığlık atıyordum ama kimse duymuyor gibiydi sanki. İstediğim kadar yüksek sesle bağırdım, bağıra çağıra söyledim. Sesim kısıldı hatta. Öylesi bir an bir daha olsa yorulana kadar, sabaha akşama kadar.. İçimden geldiği gibi düşünmeden, yargılanacağını.. Vücudumun ritme verdiği tepkiyi izlemek sadece..

Bana bunları bi parça olsun hatırlatan bi şarkı buldum. Hayalimde fütursuzca dans etmelerime o kadar çok benzettim ki ablayı. Yani tam olarak diyemem aynı böylesi olur, olsa benzer herhalde. Takla kısmında biraz şüphelerim yok değil..

11 Ağustos 2013 Pazar

Perde


gözlerimin önünde sudan bir perde,
doğduğumdan beri.
ne kadar ağlasam da,
açılmıyor..

30 Temmuz 2013 Salı

Ayna, Ben

Aynaya bakıyorum bu ben miyim diye.. saçımdaki beyaz tellere bakıyorum sonra. Tek tek ayırt ediliyorlar diğerlerinden, kalın simsiyah telli saçlarımdan. Azlar ama ayaktalar, isyandalar adeta. Sinmiyorlar aralara. Korkmuyorlar, öndeler, benden daha önde. Siyah teller bensem, beyazlar düşüncelerim..
Hepsini bu sözler hatırlatıyor..

Onu kırmış olmalı yaşamında birisi. 
Dinledikçe susması, düşündükçe susması. 
Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi, 
Heykelini yontuyor yalnızlığın ustası...
Ö. ASAF

19 Haziran 2013 Çarşamba

Aynı sıra

Günlerden bir gün postanedeyim. Postane dediysem küçük bir yer burası. Ama yine de kalabalık.. Kuyruk kapıya dayanmış durumda. Ancak, son sıradaki kapıyı açarsa dışarıdan biri gelebiliyor. O sırada kapının hemen yanında son sıradaki yaşlıca bir amca ise içeriye giren diğer bir amcayı tanıyor olcak ki "ohoo çok sıra var, sana sıra gelmez" diyor sırıtarak.
Yeni gelen amca cevap veriyor:
"Olsun canım sıradan ne olacak! Ben yalnızlığı sevmem zaten.."

17 Mayıs 2013 Cuma

Bütün isteğim buydu

Kaç kişi kaldık ki?
o günlerden, eskilerden.

Kaç kez daha 22 yaşında olurum ki?
kaç defa yaşanır aynı güzel an? tekrar tekrar..

Kaç defa 12 yaşındayken pencereden bakıp, yüzüme rüzgarın çarpmasını bekleyebilirim?
Kaç defa o pencereden bakarken yüksekliğin derinliğinden korkabilirim?
Saçlarım kaç defa 17 yaşımdaki kadar siyah olur ki?
Ellerim hep böyle beyaz kalsa,
gözlerim her zaman bu kadar genç..
hep yorgun baktıktan sonra ne fark eder ki diyorsun!

Şunları yazdığım âna bile tekrar dönemeyeceğim, asla!
Şimdi odada dolaşan sinekle bir daha hiç karşılaşmayacağız.

Her şey aynı gibi gözüküyor,
masa aynısı işte, koltuk aynı koltuk diyorum.
ama her saniye üzerine farklı nefesler üflediğim masa nasıl aynı masa kalır ki?
İçime çektiğim her oksijen molekülü benzer özellikte ama hiç biri aynı değil birbirinin,
öyleyse ben 50 yaşımda da nasıl aynı ben olabilirim ki?

Zamanla ilgisi yoktur belki de.

Bu cümlenin sonunu yazarken aldığım nefes farklıysa ben de başka biriyimdir artık,
belki de. belki de değil.(?)
Sonsuza giden bir sorgu.

Bacaklarım ağrıyorsa benim suçum mu?
Anların suçudur.
Derdimi anlatamamak benim suçum mu?
Benim gibi düşünmek istemeyen, beni tuhaf gösterenlerin suçu mu?
İçinde aynı kasvetli sıkıntıyı hissettiği halde, bunu kendine bile itiraf edecek kadar dürüst olamayanların suçu mu?

Biraz duygu, biraz ruh

olsun..

14 Mayıs 2013 Salı

Pembe gömlekli erkek (pembe, süslü ve kaslı)

Yaklaşık iki metreye yakın boyuyla insanın gözüne çarpmayacak gibi değil. İster beğen ister beğenme o ayrı bir konu tabi. Bi refleks halinde bakıştan sonra ikinci bakışında ağzının suyu akarak mı bakarsın yoksa acıyarak mı, bu da sana kalmış. Ama bi gerçek var ki orada insanın gözüne çarpan çok süslü bir şey var. Boylu poslu olduğu kadar, iri yapısı geniş omuzları ve kol kasları çok büyümüş bi arkadaş. Ayaklardan su verilerek büyütülmüş gibi. Havalar da açılmışken güneşli günlerin ruhuna uygun giyinmiş. Buz mavisi bol kot pantolonu, beyaz tişörtü, ve en çarpıcısı şeker pembesi, kollarını kıvırdığı gömleği. Gözünde ise tek başına bir spor arabayı andırabilecek, parlak gözlükler. Saçlar günün modası, ensenin biraz daha kısa olduğu tepelerin uzunca ve bir dalgayı andıran şekilde sabitlemiş hali. Tabi ki ayaktaki 52 numara her biri bir küçük seyahat çantasını andıran beyaz spor ayakkabılar olmazsa olmaz. Ben otobüsten dışarıyı izlerken o da karşıdaki durakta otobüs bekliyordu. Kendisini izlediğim tahmini 4 saniye içinde, saniyenin 1/10 de kendisini göz ucuyla süzdü. Güzelliğini kontrol ediyor gibiydi. Hala yerinde miydi ağaç gövdesi baldırları, hala boylu boyunca görünüyor muydu geniş şişik omuzları acaba? Gözlüğünün altından görünen biçimli çenesi, burnu.
Böyle adamlar bende hep bir hüzün uyandırmıştır. Hep kafalarının boş olduğunu düşünmüşümdür onların. Eski bir dostun da dediği gibi "yüksek binaların çatı katı boş olurmuş!". Her söylendiğinde pis pis sırıtırdık bu lafa. Velhasıl kelam, kendilerinin farkında oldukları kadar dünyanın farkında olamadıkları için üzülürüm onlar adına. Onlar adına ve kendime adıma üzülürüm, hiç bir zaman öyle şatafatlı, öyle göz alıcı frapan, süslü olmadığım, olamadığım, olmak istemediğim için. Bazısı için doğru bir tespittir benimki, bazısı için de bir kıskançlıktan ibaret belki. O bilinmez de. Her görüşümde buna benzer birini hüzünlenirim ömrüm boyunca asla böyle süslü bir adam olamayacağım için..

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Keşfedilme

Keşfedilmek..


Hepimizin bir numaralı fantezisidir herhalde. Her ne kadar keşfedilmek öncelikle ünlü olmanın başlangıcını anımsatsa da çoğumuza, iyi olan yanımızın kıymetinin bilinmesidir tabi esasında, bize özgü olanın fark edilmesi ve ortaya çıkarılması.  Ama benim şimdi anlatacağım olay ilk akla gelen durumla ilgilidir.. herhalde.

Yaklaşık 7 yıldır adını duymaya başladığım, adını daha öncesinde 99 depremi haricinde dile getirmediğim bir yerdeyim bir süreliğine.. Burayla hiç bir bağım yok gibi düşünülse de başlangıçta, hayatımın geri kalanını belki de buralardan çok uzakta geçirmeme ihtimalim halen devam etmekte. Nedense bir çoğunu aksine çok da sevdiğim bi yer burası. Pis bi denizi, ağır sanayisi ve bundan dolayı şehrin üzerinde kalın bi toz bulutu var. Deniz her zaman girilmekten yüzülmekten ibaret değildir, uzaktan seyretmesi, yanından yürürken dalgaların soğuğunun yüzüne çarpması da güzel gelebilir sevdirebilir kendini. Sanayi desen, herkesin neden köşe bucak kaçtığını anlayamadığım bi oluşumdur. Sanırsın ki hepsini üç vardiya geceli gündüzlü çalıştırıyorlar ve üzerine mesai ücretlerini vermiyorlar. Halbuki bana böyle şeyler hep enteresan gelmiştir. İçerisinde çalışmak bir yana, bir ürünün nasıl yapıldığını bilmek, onun yapıldığı yerde yaşamak bile benim için bir gurur kaynağıı bir heyecan unsuru olabiliyor. Kirli hava kısmına da gelirsek, hiç bi zaman " yaaa hava çok kötü moralim bozuluyooo, çok üşüyorum bu ne soğuk yaa, ay hava harika hadi kalkın dışarı çıkalım evde oturulur mu?" insanı olmadığım için kendi adıma bi yerin havası benim gözümde tek başına o yeri iyi ya da kötü yapabilecek bi özellik olmamıştır. Tüm bu özelliklere sahip bu şehrin çok da sevdiğim uzuun bi sahili vardır. Bi gün, ayy hava harika hadi çıkalım evde mi oturulur cinsinden bi gün, burada bulunduğum kısa sürede edenibildiğim yeni tanışmalı arkadaşlarımla oradaydık. Bazen kendimi daha az tanıdığım insanların yanında daha rahat hissetmişimdir. Karşıdaki ile frekansımın tuttuğunu düşündüğüm anda ketum benliğimden sıyrılıp kırk yıllık arkadaşlarımla konuştuğum gibi konuşur hale gelebiliyorum. Fikrimi söylemekten, eleştirmekten, iltifat etmekten sakınmıyorum öyle zamanlarda. Çok sevdiğim zamanlar onlar, belki de hayatımda en sevdiğim anlar diyebilirim. Etiketlenmediğin, yargılanmadığın anlar. Geçmişinin eğitiminin cebinde ne kadar paran olduğunun önemi olmadığı anlar. Zihninin tamamen açık olduğu tereddütten arınmış bi kendin olduğun an. Böylesi zamanlarda gülmek için de izin beklemiyor insan karşıdan. Güldüğün şeyin ayıplanmayacağını anlıyorsun çünkü az çok. Hatta çoğu kez aynı şeylere aynı yoğunlukta gülüyorsunuz bi bakmışsın.  Gözlerimi kocaman açtıran tuhaf bi heyecan olur o zaman içimde. Dolu dolu baktığımı ve güldüğümü hissederim. Yolda yürümeye devam ederken bi yandan bi şeyler anlatıyoruz birbirimize telaşla, sonrasında bolca kahkaha, ben bunları içimden geçiriyorum. Yanımdaki arkadaşımın gözlerinin içine bakıp kocaman bi kahkaha daha patlatıp, kafamı tekrar önüme çevirdiğimde karşıdan yürüyene çok anlamsız gelen büyük bi diş gösterisi adeta. Tam da karşıma baktığım bi kaç saniyelik anda biriyle göz göze geliyorum.  Biraz şaşkınlık biraz da düşünceyle bakakalmış gibi. Duraksıyor sanki adımları kesik kesik. Kafamı tekrar çevirdiğimde epey ilerlemiş olduğumuz için kimseyle göz göze gelmiyorum. Biraz daha yürümeye devam ettikten sonra , hem sıcaktan hem yürümekten yorulup oturmaya karar veriyoruz bi yerde. Ya da sadece soğuk bir şeyler içmek istiyoruz. Gülüşmeler konuşmalar hadi yaa lar havalarda uçuşuyor tabi o sırada. Dünya o anda son bulsa umrumda olmazdı cinsinden. Tabi abartmıyorum o kadar da, dünya biraz daha var olmaya devam etse sorun olmaz canım. Garson yaklaşıyor merhaba, merhaba ile karşılık veriyorum, birer menü alabilir miyiz biz. O da nesi?? Adam yüzüme yüzüme bakarak gülümseyerek merhaba diyor tekrar. Merhaba diyorum. Anlamadı belki de diyorum tekrar ediyorum. Biz menü alab.. derken lafı ağızıma tıkıyor. Eğer biraz vaktiniz varsa biraz konuşabilir miyiz diyor. Eyvah yakalandık, yine temiz yüzlülüğümün kurbanı oldum. Kesin bişiler satmaya çalışacak bu, elinde reklam, anket gibi mühimmatlar da yok ama bu da yeni nesil sanırım. Her ne kadar temiz yüzlü masum tipli merhametli biri gibi görünsem de şimdiye kadar hiç bir dilenciye para vermemişimdir. Başlarda gerçekten ihtiyacı var mı ki meselesiydi şimdilerde prensip halinde.. Birinden bişiyler satın almak desen o da mümkün değil, sadece bi kez bi çocuk kartpostal uzatmıştı, hızlı da yürüyorum ya sokaktayken, benim ivmeyi bilemiyor tabi ablası, benim alırken duraksayacağımı düşündü, tabi ben de alelade bi reklam sanıp aldım bastım gidiyorum, çocuk can havliyle bir tek arkamdan.. paralı yalnız! Tek bir hamleyle geri döndüm ve elimdeki kartpostalı çocuğa uzattım. Yani biz şimdi bunları bıdı için vıdı bıdmak istiyoruz.  O yüzden bıdı bıdı da vıdı vıdı.... Evet belki de çok ayıp bişiy yapıyorum, belki onlar gerçekti ama o andan sonra kulağıma gelen tek ses bıdı ve vıdı oldu. Velhasıl kelam adam aklımı okumuşcasına , merak etmeyin bişiyler satma derdinde değilim. İsterseniz şöyle daha rahat konuşabileceğimiz bi yere geçelim diyor. Eyvah eyvah 2! Bir dertten başka derde salıyor adam beni. Kenar diyo köşe bi de rahat diyo ki.. Ne münasebet efinim, arkadaşlarımdan bi çekincem yok buyrun konuşabilirsiniz diyorum. Böylelikle arkayı sağlama alıyoruz. Oynat uğurcum!! Bilmem farkettiniz mi ama biraz önce yürürken, siz de arkadaşlarınızla yürüyüp sohbet ediyordunuz, göz göze geldik bir anlığına.. Beynimde bi anda fişekler patlıyor, bi oyun oynuyor sanki bana. Adamın söyledikleriyle kafamda dejavular yaşıyorum. Bilmem fark ettiniz mi diyor. Hatırlıyorum elbette ama atlamıyım diye bilmem ki , olabilir diyorum. O andaki vücut diliniz, attığınız kocaman kahkaha, gözlerinizin içiyle  gülüyordunuz sanki.. Beynimde "hop hoop  noluyo  kardeşim" diyen balkon göbekli bi amcanın sesi yankılanıyor. Hooop! Yani?? diyorum ağzımı yamultup, yüzümü kibarca ekşiterek.. Diyeceğim o ki, duruşunuzu, gülüşünüzü, tavrınızı çok beğendim.. o sırada gözlerim ellerinde çiçek çikolata yaklaşan bi grup insanı arıyordu. Ben istanbul da cast ajansı sahibiyim ailem buralı onları ziyarete gelirim sık sık, eğer düşünürseniz bi kaç fotoğraf çekip portfolyo hazırlamak isterim sizin için diyor. Hönk.. portfolyo diyor senin için diyor. Nasıl yani ?diyorum. Bi anlık afallamayı üzerimden attıktan sonra. Benden başka ünlü yapacak kimseyi bulamadınız mı diyorum. Diyorum diyorum da ağızdan bir kere çıkıyor laf . Direk sonuca odaklanıyorum moloz gibi, belki adam başka türlü bişiy kastetti daha sanatsal bi durum ne bilim.. Olayın gafletine kapılmayıp biraz duruyorum, düşünüyorum nefes alıyorum derince.. O sırada gözlerim doluyor. Evet her insan bir gün keşfedilmeyi hayal eder, ben de buna dahilim. Adamı gülümsetiyor o sert sözlerden sonra bu söylenenler. Ama herkes icat ettiği, ürettiği güzel şeyler ya da fikirleri sebebiyle farkedilmek, takdir edilmek yani keşfedilmek ister. Oysa siz bunun sadece bi kaç saniyelik görüntüm yüzünden olduğunu söylüyorsunuz. Benim beklediğim böylesi bir keşif değil! Üzgünüm, diyorum! O anda masadaki herkes soluğunu tutmuş bizi dinliyor. Adam bozulur ve aşağılar bi ifadeyle, peki diyor. Siz bilirsiniz! Her zamanki gibi "ben bileceğim tabi, kararı veren bensem zaten otomatik olarak ben senden önce bilmiş oluyorum!" demeyi çok istiyorum ama diyemiyorum. Adam o anda arkasına bakmadan gidiyor..





Karşıdan gelen adamla bir kaç saniyeliğine göz göze geliyoruz. Daha ben kafamı çevirmeden kafasını başka yöne çevirip yoluna devam ediyor. Sonra arkamdan tekrar baktığını hissediyorum. Ama bakmadığım için emin olamıyorum tabi. Biz de yürümeye devam ediyoruz işte..



6 Mayıs 2013 Pazartesi

Zaman, bana göre zamansızlık

Bazen bazı şeyleri geç yakalıyorum. Zamanında olsaymış, heeyt bee. cinsinden.. ama o zamanlar yokmuşum. Şimdi varım maalesef. Mesela bi grup keşfediyorum. Belki evet birileri, çoktan yalayıp yuttu bu grubu. Başka birileri eskiden severlerdi ama artık çocukluklarında kaldı ya da  eskisi gibi de değiller zaten, tarzları değişti. Ama bana öyle değil işte ne yapayım. Benim için yeni bir sevgili gibi, keşfedilmemiş pek çok yeri ve heyecan verici geçmişi.. Hep tanıyormuşsun gibi.. öyle de.. aynı anda aynı yerlerden farklı yönlere bakmış iki yeni sevgili gibiymişiz. Aynı anda aynı yerde olmuşuz da burun farkıyla kaçırmışız birbirimiz. Romantik bi film sahnesinde olduğu gibi, izleyenlerin ahhhh  dön dön arkanda dediği anlar. Sevdiğim filmlerin soundtrack lerini yapan, eskilerden hoş bulduğum kulağımda çınlayan müzikleri yapanlarmış onlar. Peki, o grubu buluyorum, çok da beğeniyorum, yıllardır aradığım müzik bu diyorum da. Ya o grup ne halde şimdi dersin. Dağılmış olması, evet, akla ilk gelecek kötü ihtimal sanırım, yine de umut verici bi yanı vardır ki, solisti dinlemeye devam edebilirsin ya da elbet bi gün tekrar birleşirler. Peki ya o çok beğendiğin grubun hem solisti hem de söz yazarı olan kişi, yani bi anlamda grubun ruhunu oluşturan kişi intihar ettiyse..!
O zaman işte söylenecek hiçbir şey olmuyor. Asla konserlerine gidemeyeceğin çok sevdiğin bi grup var elinde, sadece..

Bundan daha kötü olduğunu düşündüğüm başka bi durum ise çok içselleştirdiğim, çok duru, yalın, su gibi bulduğum bi film içindir. Film bi roman uyarlaması olmasına rağmen oldukça samimi çekilebilmiş, ki roman uyarlamasını hem romanı doğru aktarabilmek hem de kitabı okuyanların hayaline tacavüz etmeyerek yapabilmek zordur. Abartmadan, sinemanın verdiği avantajı kullanıp küçük bişiyi büyük göstermeden, duygusunu, göndermelerini bozmadan .. Öylesine doğal öylesine kitap gibi bi film. Filmi çok sevmiştim, gerçekten. ve bi filmin tarzının çeken kişiden anlaşılabileceğini düşündüğümdendir, diğer filmlerini de izlemeyi hedef edinirim. Tıpkı beğendiğim bi müzik grubunun eski albümlerini de dinleyip yenilerini takip etmek gibi.. Peki bu kez ne oldu dersin?? Yani ölümden daha kötü ne olabilir dersin??
Trafik kazası.
Ölümden daha kötü ölüm zamansız ölüm.

İlkinde kişinin kendi isteğiyle koyduğu bi nokta var. Anlatacak sözünün kalmadığını düşündüğü bi an yaşadıktan sonra ölüyor. Ölmeye karar veriyor. Hatta bu grubun ününe ün katıp ona melankolik sıfatını kazandırıyor. Yeni bi kimlik kazandırıyor onlara, bir daha tekrarı olmayacağı için ve intihar edenin fikrine saygıdan çoğu kez  efsanevi bi hava kazanıyorlar. Ya trafik kazasında ölmek.. Geride neyi bırakıp neyi bırakmak istediğine bile karar veremeden ölmek. Başka bi çok iyi film çekebilecekken, çekememek. Kimsenin söylemek istediğin sözleri duyamayacak olması.. Biliyorum elbette ölüm nasıl olursa olsun tek yönlü gidiş bileti. Gidip gitmek istemeyeceğin üzerinde hükmünün olmaması, en kötüsü.. en kötüsü hayallerimi yıkanların





grubum joy division, solist ian curtis. yaş 23 intihar
filmim bizim büyük çaresizliğimiz, seyfi teoman, yaş 35 trafik kazası

17 Mart 2013 Pazar

Kısa saçlı yakışıklı adam

Uzun saçlı bir erkek olmak istiyorum. Saçlarını kestirdikten sonra daha bi göze gelen, vay canına bu adam bu kadar iyi miydi? sorusuna maruz kalan. Uzun saçlı da fena olmayan ama saçlar kesilince yüzünden yakışıklılık akan bi adam olmak istiyorum. "Birdenbire olan şeylerin hayatımı güzelleştirdiği bi cinsiyete sahip olmak istiyorum." Her ne kadar biraz ergen duygular uyandırsa da , yine bir şarkı yüzünden oluyor bunların hepsi..


http://fizy.com/#s/19sngg

7 Mart 2013 Perşembe

Dünya senin eski sevgilin

Genelde insanlar olay filmlerini sever. Durum filmleri bu yüzden hep sıkıcı onların gözünde. Alışılmışın dışında olduğu için sanat  filmidir onlar. Başına sanat sıfatını getirerek kolayca aşağılayabilirler böylece durum filmlerini. Bense o alışılmışın dışında gibi görülen kısma giriyorum sanırım. Bir olayın sonuca bağlanmasını beklemiyorum. Aksiyon beklemiyorum güzel bir filmden. Hep bir festival havasında geçmese de olur. Sonuç değil süreç önemli benim için. Bir an devam ederken ekranın yavaşça kararması en sevdiğim sonlardan biridir.
En ünlü en yoğun insan bile amaçsızca yüzüne aynada 5 dakikalığına bakmıyor mu sanki? Ne olacak iki saatlik filmde bir sinek vızıltısına 5 dakika harcanmışsa. Sanki sen de eve gittiğinde boş boş tavanı izlemeyecek misin bir süreliğine? Diğer türlüsü pek de mümkün değil zaten.
Her ne kadar tamamen bir durum filmi olmasa da, hatta tipik bir gişe filmi gibi gözükse de "American beauty" adlı filmde bir sahne vardır çok da sevdiğim filmlerden biridir. Orada tuhaf görünümlü, insanların sapıkça videosunu çeken çocuk, komşu kızını odasına davet etmişken videolarından birini gösterir ona. Bir naylon poşetin rüzgarda umursamazca dans eden bir insan gibi süzülmesi görüntülemiştir. Başka hiç kimseyi umursamadan dans eden biri gibi. Bir insan evladı nasıl olur da böylesi bir andan zevk almaz alamaz, hala nefes almaktan zevk alabilmesine rağmen, anlamıyorum. Dünyada gerçekleşmeyen, bi an anlatıldığında balıklama atlayan bu insan nasıl oluyor da bir akşam üzeri perdenin kenarından odanın sonuna kadar süzülen bir ışık huzmesinin görüntüsüne tanık olmaktan zevk alamaz. Olmayan aksiyonlara, aşklara, iyiliklere tanık olmak daha mı heyecan verici ki? Olmayan fantastik dünyalara hayran kalmak hala sırrı tamamen çözülememiş bir evrene, orada gerçekleşenlere hayran kalmaktan nasıl olur da daha çekici gelir? Dünya bu kadar mı "eski sevgili" oldu senin için?
 İşte o anlara bir örnek, dünya benim eski sevgilim olamayacak hiç.. American beauty'den
http://www.youtube.com/watch?v=gHxi-HSgNPc

25 Şubat 2013 Pazartesi

Bir radyo, bin yalnız eder

Eskiden gecenin bir yarısı oturup ya da yatakta uykuya dalamamışken radyo dinlemenin çok daha bireysel bir hareket olduğunu düşünürdüm. Yalnızsındır ve bir sese ihtiyaç duyarsın. Nefesiyle yüzünü ısıtamasa da gürültüsüyle seni oyalayacak bir sese ihtiyaç duyarsın. Sessizliğini bölmek için sese ihtiyaç duyarsın. Tekdüzeliğini bozmak için.
Şimdi ise bambaşka bir açıdan neden daha önceleri bakmadığımı düşündüm. Neden bunu daha önceden hissedemedim diye kızıyorum kendime.
O radyo istasyonunu o anda "yalnız olan" sen dinliyorsun ya. Sen birsin, ikisi var bunun, üçü beşi, derken... Bi bakmışsın yalnız olduğunu düşündüğün bir sürü insan, bir kalabalık oluvermiş. Aynı anda aynı hisleri duyduğun, hadi o zor, benzerini hissettiğin, o da olmadı mı? Aynı anda aynı şeyi yaptığını, aynı seslerini duyduğunu bildiğin yalnız kulaklar. Her biri, kendiyle bir başına. Tek, yalnız bir kalabalık.
Yalnızlık dediğin her zaman tek başına olmaz, onu anladım..

19 Şubat 2013 Salı

Vahşete duyulan tiksinti

Dünyada dehşet verici, korkunç olaylar dönüyor. Büyük kısmını yaşamak değil filmlerde bile görmedik. Buna maalesef mi demeliyim yoksa şükür mü, bilemiyorum. Evet tabi ki kimselerin bu vahşet olaylarını birebir yaşamalarını istemem ama ya görmezlikten gelmek ya günün birinde karşımıza böylesi bir olay çıktığında dünyada böyle bir an ilk kez yaşanıyormuş gibi davranmak olmalı mı sence?
Sevgiyi ya da vahşeti açıktan yaşamak kültürden kültüre değişiyor, biliyorsun. Bizimki gibi vahşetin ağırlıkla yaşandığı bir memlekette, sevginin ulu orta yaşanmasına tuhaf bakmamızı anlayabiliyorum. Peki bu kadar fazla vahşete maruz kalmamıza rağmen neden hala içimizden birileri "o" olay ilk kez oluyormuşçasına şaşırmaktan alamıyor kendini?
Televizyonda bir adamın karısını 18 yerinden bıçakladığını duyup kanal değiştiriyoruz, 27 kişinin tecavüz ettiği çocuğa bu durumdan haz aldığı iddiasında bulunanların haberini yapan gazete sayfasını çeviriyoruz, birilerinin boğazını kesiyoruz, birilerine işkence ediyoruz, birilerinin böbreğini çalıyoruz, birini hadım ediyoruz, birinin tırnaklarını söküyoruz...
Bu kadar çoğunu yaşamasak da şahit oluyoruz. Ama ben yine de gözümün önünde kolu kopan adama yardım etmek yerine, sahnenin dehşetine kapılıp o adamın kolunu kaybetmesine neden olmaktan endişe ediyorum. Gözümün önünde hızla gelen bir arabanın çarpmasıyla, boğazından kanlar fışkırarak, 1,5 metre yukarı sıçrayarak can çekişen kediye yardım etmektense, sıçrayışlarının sona ermesini bekleyip, elimden bir şey gelmeyeceğini bilip oradan uzaklaşmayı bekliyorum. Halbuki ben, herkes tiksintiyle etraftan uzaklaşırken hem o adamın kolunu kurtarmak hem de o kediyi yaşatmak istiyorum. Belki bu tip bir vahşete karşı bazılarının duyduğundan daha az tiksinti duyduğum için kendimi daha fazla ait hissediyorum bu dünyaya, bu memlekete ama bu yine de o kolu ya da o kediyi kurtaramayışımın içime saldığı vicdan azabından beni kurtaracak kadar az değil. Bir gün olsun istiyorum. Bir gün o vahşete daha az katkıda bulunmak istiyorum...

9 Şubat 2013 Cumartesi

Gerçek

Alkolün en sevdiğim özelliği ise insanları olduklarından daha samimi yapmasıdır. Başka bir deyişle gerçekleri söylemek için daha cesur..

Ve büyük bir abimiz Pliny the Elder'in de dediği gibi: "in vino veritas, in aqua sanitas" 

2 Şubat 2013 Cumartesi

Falımdaki adamlar

Geçenlerde hiç yapmadığım daha doğrusu yaptırmadığım bir şey yaptırdım. Tanımadığım birine kahve falımı baktırdım.
Fal bakmak baktırmak, tabi burada kastettiğim daha çok kahve falı oluyor benim için gerçekten çok hoş bir tören. Ben birine bakarken de biri benim falıma bakarken de aynı hissiyata kapılabiliyorum. Tek taraflı bencilce bir duygu değil yani. O bir şeyler söyler karşımda, çoğu kez bilir bir çoğunu, uydurmasına bile gerek kalmaz böylelikle. Söylemek istediklerini söyler böylece, bir bir itiraf eder tahminlerini, öngörülerini, nefretini. Yine de her seferinde heyacanlanırım, aşık olmak gibi bir duygu barındırmadığım birinin bana "aşkını ilan" ettiğinde olduğu gibi heyecanlanırım. Sonucunu görmek değil, o anda söylediklerini duymak heyecanlandırır beni. Zaten biliyorumdur söylediklerini. Ama bildiğim gerçeklerden çok, söyledikleri, ağzından çıkan her kelime heyecanlandırır beni.. Sesler heyecanlandırır beni, onun o lafları söylerken beni inandırabilme ihtimali olduğuna inanmasının hevesi heyecanladırır beni.
İlk kez gördüğüm birine, yaşlı bir kadına. Şefkatle çağırdı beni yanına. Gözleri anneminki gibi bir çift mavi boncuk. Biri var dedi, orta boylu bi adam. Yanında biri var şu an ama seni hala unutmamış ve hala içten içe bekliyor. İyi biri. İçten içe hep bekleyecek. Devam ediyor, sıkıntılarından kurtulup büyük bir topluluğun içine giriyorsun, çok da mutlu oluyorsun. Orada uzun boylu bir adam var, sana iyi davranacak, sevindirecek. Gülümsemiyorum. Reddettiğim adamları düşünüyorum. Reddetmek? Neye göre? Kaçı gözüme bakarak bir şey istedi de ben reddettim. Gerçekten sadece bir kez. Eğer vazgeçersen kararından bir gün, söyle lütfen dedi, vazgeçmem dedim. Çok sertti, sonradan fark ettim. Yumuşatmak istedim, uygun bir anda gördüğümde.  Her gördüğünde kaçtı. Olmadı yumuşatamadım şimdiye kadar. Kaldı olduğu gibi, çok katı.
Orta boylu iyi adamla, uzun boylu adam arasında bir yerlerdeyim şimdi. Hiç bir zaman bilemeyeceğim orta boylu iyi adam doğru bir nokta mıydı? İçten içe bekliyor mudur beni? Bunun şu an olmasını isteyip de, o zaman yapmadığım bencilliği şimdi yapamam. Ama uzun boylu adam senden daha mı iyi, bunu da hiç bilemeyeceğim. Belki de en güzel yanı budur:)

Nedendir bilinmez bu şarkı eşliğinde yazıyorum bunları:   Nobody suffers like i do, nobody but you ... http://fizy.com/#s/1akdbf

22 Ocak 2013 Salı

Sabahlara kadar dinlenen şarkı


Ve bu şarkı bana çok şey hissettirdi. Sabahlara kadar dinleyeceğim bunu derdim, eğer normal düzende bi insan olsaydım fakat değilim. O yüzden akşamlara kadar dinlerim bunu, dinleyebilirim. Umut gibi, gaza getirir gibi, yaptığına inanır gibi.. Başkaları ne derse desin, inandığımdan vazgeçmem der gibi.. Bu şarkıyı çaldığımın hayalini kurmak bile zevk verici.. Omuzlarımdan yayılıyor tadı, titremesi ve parmaklarıma ulaşıyor. Düşündürdüklerinin heyecanı avuçlarımı ağrıtıyor.. O kadar güzel gitar çalınır mı ki, çalmasaydın dünya eksik kalırdı.
http://www.lindseybuckingham.com/news/19151

8 Ocak 2013 Salı

Bir odanın iklim koşulu

Yaşadığı kırgınlıktan sonra, yakın bir arkadaşa sorulur, gidişat nasıldır diye...

Havalar nasıl ortamda?
     Kar yağıyor?
Hımmm, buza çeker mi dersin?
     Orasını bilemem, bana sorma..
Alçaklara kar yağıyor diyorsun?
     Aynen öyle canım..( alaycı gibi görünen, buruk, ekşi bir gülüş ile)
Pencereden de kar geliyor mu peki?
     Hem de nasıl...

7 Ocak 2013 Pazartesi

Pişmaniye

Pişmanım...
geri dönmek
ve değiştirmek istiyorum bazılarını gördüklerimin
ama,

pişmanlığın telafisi olmaz,
telafisi olsa pişmanlık olmaz...

2 Ocak 2013 Çarşamba

Bir milyon başım olsa, biri kadar çare bulmaz derdime

            Bi insanın gözümün önünde küçüldüğünü görmek çok acıklı.. konuştukça daha da küçülüyor. Israr ettikçe daha da bi mide bulandırıyor. Dediğim her lafı bir imada bulunuyorum sanıp tersinden anlıyor bu kez. Hayır diyorum, belki diyor. Olmaz diyorum, yaparız diyor. İstemiyorum diyorum, neden diyor. Düşündürüyor beni, yo öylesi değil. Olur mu diye, değil düşüncem. Aynı cevabı kafamın içinde milyonlarca kez tekrarlayıp durmamdan. Başım ağrımaya başlıyor, bi süre sonra çatlayacak gibi artık başım. Kafam bana ait olmayan bir ağırlık gibi artık bedenimin üzerinde. Uyuyamıyorum. Yatağımdan kalktığımda artık dayanılamayacak kadar çok, patlayan bir beyin etrafa fışkırırken ne kadar acı verirse o kadar acı veriyor. Kurtulmak istiyorum bir an önce. Koridor Bolu tüneli kadar uzun. Mutfağa varıyorum nihayet. Bir an önce kurtulmam lazım bu kafadan. Hızlı düşünüyorum, kafaya daha fazla yükleme yapıp yakmamak gerek. Kafa bu sonuçta öyle Spartacus'ün yaptığı tek hamlede kopmaz diyorum. Patates soğan doğranılan bıçak yetmez. Satır yılda bir kurban eti kesmek amaçlı kullanılan nadide eser geliyor aklıma. Çok kullanılmadığına göre fırının altındadır. Kapağı açıyorum, sapı gözümün önünde ama kendi yok. Sıkıca poşete sarılmış. Bayrama hazırlanmış küçük bir çocuk gibi süslenmiş adeta. Bu kostümle paslanmıştır da diyorum, açıyorum ki öyle. Ben oyalanırken, geçen her saniyede omuzlarımın üzerine bir göktaşı düşüyor gibi, her biri kafam büyüklüğünde. Her biri duruyor olduğu yerde artık 476 tane kafanın ağırlığını taşıyorum omuzlarımda. Dayanamamak lafının anlamsız kaldığı yer ayaklarımın altı sanki. Son bir ilahi güç ile omzumdaki 482 kafayı tezgahın üzerine bıraktığım anda ben de artık bir Ulubatlı Hasan'a dönüşüyorum. Havaya kaldırdığım sağ satırın ağırlığıyla kazandığı ivme sayesinde 10 üzeri -43 saniyede iniyor aşağı. Bir anda 487 kafa o incecik boynumdan ayrılıveriyor. Doğruluyorum varolmanın dayanılmaz hafifliği ile... Etrafa ilişiyor gözüm. 487 kafanın her biriyle göz göze geliyorum. Ben onlara bakıyorum, onlar bana bakmıyor. Her biri sadece bana benzeyen soğuk bir ay parçası gibi solgun ve kaskatılar. Orada öylece bırakamam hiçbirini, sabah biri görür, etraf dağınık ayıp olur bu yüzden kısa kesiyorum romantik bakışmalarımızı. Çöpe atam olmaz, biri görür, zaten sığmaz da hepsi. Pencereyi açıyorum aşağı atmaya başlıyorum. Ama o da nesi? Yerçekimi tersine işliyor gibi havaya süzülüyorlar. Gecenin o karanlığında yüzümün resmini taşıyan onlarca ışılı balon gökyüzünü aydınlatıyor. Kayan bir yıldız kadar kısa sürede kaybolsalar da,neşemi yerine getirmeyi başarıyor bu küçük gösteri. Sonuncusunu da elimden bırakmamla birlikte, son bir kez dönüp bakıyorum ve sonra hepsi yok oluyor. Rahatlıyorum. Aklımdan geçirdiğim ohh! sesi, içimi buğulandırıyor. Kuru ortamın nemlenmesiyle birlikte, damlacıklar oluşuyor içimde. Bir tanesi olgunlaşıp içime düşüyor. İçimdeki boşluk o kadar büyük ki, o ufacık damlanın yarattığı  yankı 80 desibele kadar ulaşıyor. Beyin basıncım düşüyor. Tamam da bunların hepsini ben nasıl anlıyorum derken... Koşarak koridordaki aynanın karşısına geçiyorum. Görüyorum ki eskisi giyim. Tek başımla, olduğum yerdeyim...

           Ben tüm bunları yaşarken, o insan o kadar küçülmüş ki gözüme bile ilişmiyor. Rahatım ve hafifim varoluş kadar. Yatıyorum, uyurum...