2 Ocak 2013 Çarşamba

Bir milyon başım olsa, biri kadar çare bulmaz derdime

            Bi insanın gözümün önünde küçüldüğünü görmek çok acıklı.. konuştukça daha da küçülüyor. Israr ettikçe daha da bi mide bulandırıyor. Dediğim her lafı bir imada bulunuyorum sanıp tersinden anlıyor bu kez. Hayır diyorum, belki diyor. Olmaz diyorum, yaparız diyor. İstemiyorum diyorum, neden diyor. Düşündürüyor beni, yo öylesi değil. Olur mu diye, değil düşüncem. Aynı cevabı kafamın içinde milyonlarca kez tekrarlayıp durmamdan. Başım ağrımaya başlıyor, bi süre sonra çatlayacak gibi artık başım. Kafam bana ait olmayan bir ağırlık gibi artık bedenimin üzerinde. Uyuyamıyorum. Yatağımdan kalktığımda artık dayanılamayacak kadar çok, patlayan bir beyin etrafa fışkırırken ne kadar acı verirse o kadar acı veriyor. Kurtulmak istiyorum bir an önce. Koridor Bolu tüneli kadar uzun. Mutfağa varıyorum nihayet. Bir an önce kurtulmam lazım bu kafadan. Hızlı düşünüyorum, kafaya daha fazla yükleme yapıp yakmamak gerek. Kafa bu sonuçta öyle Spartacus'ün yaptığı tek hamlede kopmaz diyorum. Patates soğan doğranılan bıçak yetmez. Satır yılda bir kurban eti kesmek amaçlı kullanılan nadide eser geliyor aklıma. Çok kullanılmadığına göre fırının altındadır. Kapağı açıyorum, sapı gözümün önünde ama kendi yok. Sıkıca poşete sarılmış. Bayrama hazırlanmış küçük bir çocuk gibi süslenmiş adeta. Bu kostümle paslanmıştır da diyorum, açıyorum ki öyle. Ben oyalanırken, geçen her saniyede omuzlarımın üzerine bir göktaşı düşüyor gibi, her biri kafam büyüklüğünde. Her biri duruyor olduğu yerde artık 476 tane kafanın ağırlığını taşıyorum omuzlarımda. Dayanamamak lafının anlamsız kaldığı yer ayaklarımın altı sanki. Son bir ilahi güç ile omzumdaki 482 kafayı tezgahın üzerine bıraktığım anda ben de artık bir Ulubatlı Hasan'a dönüşüyorum. Havaya kaldırdığım sağ satırın ağırlığıyla kazandığı ivme sayesinde 10 üzeri -43 saniyede iniyor aşağı. Bir anda 487 kafa o incecik boynumdan ayrılıveriyor. Doğruluyorum varolmanın dayanılmaz hafifliği ile... Etrafa ilişiyor gözüm. 487 kafanın her biriyle göz göze geliyorum. Ben onlara bakıyorum, onlar bana bakmıyor. Her biri sadece bana benzeyen soğuk bir ay parçası gibi solgun ve kaskatılar. Orada öylece bırakamam hiçbirini, sabah biri görür, etraf dağınık ayıp olur bu yüzden kısa kesiyorum romantik bakışmalarımızı. Çöpe atam olmaz, biri görür, zaten sığmaz da hepsi. Pencereyi açıyorum aşağı atmaya başlıyorum. Ama o da nesi? Yerçekimi tersine işliyor gibi havaya süzülüyorlar. Gecenin o karanlığında yüzümün resmini taşıyan onlarca ışılı balon gökyüzünü aydınlatıyor. Kayan bir yıldız kadar kısa sürede kaybolsalar da,neşemi yerine getirmeyi başarıyor bu küçük gösteri. Sonuncusunu da elimden bırakmamla birlikte, son bir kez dönüp bakıyorum ve sonra hepsi yok oluyor. Rahatlıyorum. Aklımdan geçirdiğim ohh! sesi, içimi buğulandırıyor. Kuru ortamın nemlenmesiyle birlikte, damlacıklar oluşuyor içimde. Bir tanesi olgunlaşıp içime düşüyor. İçimdeki boşluk o kadar büyük ki, o ufacık damlanın yarattığı  yankı 80 desibele kadar ulaşıyor. Beyin basıncım düşüyor. Tamam da bunların hepsini ben nasıl anlıyorum derken... Koşarak koridordaki aynanın karşısına geçiyorum. Görüyorum ki eskisi giyim. Tek başımla, olduğum yerdeyim...

           Ben tüm bunları yaşarken, o insan o kadar küçülmüş ki gözüme bile ilişmiyor. Rahatım ve hafifim varoluş kadar. Yatıyorum, uyurum...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder