25 Şubat 2013 Pazartesi

Bir radyo, bin yalnız eder

Eskiden gecenin bir yarısı oturup ya da yatakta uykuya dalamamışken radyo dinlemenin çok daha bireysel bir hareket olduğunu düşünürdüm. Yalnızsındır ve bir sese ihtiyaç duyarsın. Nefesiyle yüzünü ısıtamasa da gürültüsüyle seni oyalayacak bir sese ihtiyaç duyarsın. Sessizliğini bölmek için sese ihtiyaç duyarsın. Tekdüzeliğini bozmak için.
Şimdi ise bambaşka bir açıdan neden daha önceleri bakmadığımı düşündüm. Neden bunu daha önceden hissedemedim diye kızıyorum kendime.
O radyo istasyonunu o anda "yalnız olan" sen dinliyorsun ya. Sen birsin, ikisi var bunun, üçü beşi, derken... Bi bakmışsın yalnız olduğunu düşündüğün bir sürü insan, bir kalabalık oluvermiş. Aynı anda aynı hisleri duyduğun, hadi o zor, benzerini hissettiğin, o da olmadı mı? Aynı anda aynı şeyi yaptığını, aynı seslerini duyduğunu bildiğin yalnız kulaklar. Her biri, kendiyle bir başına. Tek, yalnız bir kalabalık.
Yalnızlık dediğin her zaman tek başına olmaz, onu anladım..

19 Şubat 2013 Salı

Vahşete duyulan tiksinti

Dünyada dehşet verici, korkunç olaylar dönüyor. Büyük kısmını yaşamak değil filmlerde bile görmedik. Buna maalesef mi demeliyim yoksa şükür mü, bilemiyorum. Evet tabi ki kimselerin bu vahşet olaylarını birebir yaşamalarını istemem ama ya görmezlikten gelmek ya günün birinde karşımıza böylesi bir olay çıktığında dünyada böyle bir an ilk kez yaşanıyormuş gibi davranmak olmalı mı sence?
Sevgiyi ya da vahşeti açıktan yaşamak kültürden kültüre değişiyor, biliyorsun. Bizimki gibi vahşetin ağırlıkla yaşandığı bir memlekette, sevginin ulu orta yaşanmasına tuhaf bakmamızı anlayabiliyorum. Peki bu kadar fazla vahşete maruz kalmamıza rağmen neden hala içimizden birileri "o" olay ilk kez oluyormuşçasına şaşırmaktan alamıyor kendini?
Televizyonda bir adamın karısını 18 yerinden bıçakladığını duyup kanal değiştiriyoruz, 27 kişinin tecavüz ettiği çocuğa bu durumdan haz aldığı iddiasında bulunanların haberini yapan gazete sayfasını çeviriyoruz, birilerinin boğazını kesiyoruz, birilerine işkence ediyoruz, birilerinin böbreğini çalıyoruz, birini hadım ediyoruz, birinin tırnaklarını söküyoruz...
Bu kadar çoğunu yaşamasak da şahit oluyoruz. Ama ben yine de gözümün önünde kolu kopan adama yardım etmek yerine, sahnenin dehşetine kapılıp o adamın kolunu kaybetmesine neden olmaktan endişe ediyorum. Gözümün önünde hızla gelen bir arabanın çarpmasıyla, boğazından kanlar fışkırarak, 1,5 metre yukarı sıçrayarak can çekişen kediye yardım etmektense, sıçrayışlarının sona ermesini bekleyip, elimden bir şey gelmeyeceğini bilip oradan uzaklaşmayı bekliyorum. Halbuki ben, herkes tiksintiyle etraftan uzaklaşırken hem o adamın kolunu kurtarmak hem de o kediyi yaşatmak istiyorum. Belki bu tip bir vahşete karşı bazılarının duyduğundan daha az tiksinti duyduğum için kendimi daha fazla ait hissediyorum bu dünyaya, bu memlekete ama bu yine de o kolu ya da o kediyi kurtaramayışımın içime saldığı vicdan azabından beni kurtaracak kadar az değil. Bir gün olsun istiyorum. Bir gün o vahşete daha az katkıda bulunmak istiyorum...

9 Şubat 2013 Cumartesi

Gerçek

Alkolün en sevdiğim özelliği ise insanları olduklarından daha samimi yapmasıdır. Başka bir deyişle gerçekleri söylemek için daha cesur..

Ve büyük bir abimiz Pliny the Elder'in de dediği gibi: "in vino veritas, in aqua sanitas" 

2 Şubat 2013 Cumartesi

Falımdaki adamlar

Geçenlerde hiç yapmadığım daha doğrusu yaptırmadığım bir şey yaptırdım. Tanımadığım birine kahve falımı baktırdım.
Fal bakmak baktırmak, tabi burada kastettiğim daha çok kahve falı oluyor benim için gerçekten çok hoş bir tören. Ben birine bakarken de biri benim falıma bakarken de aynı hissiyata kapılabiliyorum. Tek taraflı bencilce bir duygu değil yani. O bir şeyler söyler karşımda, çoğu kez bilir bir çoğunu, uydurmasına bile gerek kalmaz böylelikle. Söylemek istediklerini söyler böylece, bir bir itiraf eder tahminlerini, öngörülerini, nefretini. Yine de her seferinde heyacanlanırım, aşık olmak gibi bir duygu barındırmadığım birinin bana "aşkını ilan" ettiğinde olduğu gibi heyecanlanırım. Sonucunu görmek değil, o anda söylediklerini duymak heyecanlandırır beni. Zaten biliyorumdur söylediklerini. Ama bildiğim gerçeklerden çok, söyledikleri, ağzından çıkan her kelime heyecanlandırır beni.. Sesler heyecanlandırır beni, onun o lafları söylerken beni inandırabilme ihtimali olduğuna inanmasının hevesi heyecanladırır beni.
İlk kez gördüğüm birine, yaşlı bir kadına. Şefkatle çağırdı beni yanına. Gözleri anneminki gibi bir çift mavi boncuk. Biri var dedi, orta boylu bi adam. Yanında biri var şu an ama seni hala unutmamış ve hala içten içe bekliyor. İyi biri. İçten içe hep bekleyecek. Devam ediyor, sıkıntılarından kurtulup büyük bir topluluğun içine giriyorsun, çok da mutlu oluyorsun. Orada uzun boylu bir adam var, sana iyi davranacak, sevindirecek. Gülümsemiyorum. Reddettiğim adamları düşünüyorum. Reddetmek? Neye göre? Kaçı gözüme bakarak bir şey istedi de ben reddettim. Gerçekten sadece bir kez. Eğer vazgeçersen kararından bir gün, söyle lütfen dedi, vazgeçmem dedim. Çok sertti, sonradan fark ettim. Yumuşatmak istedim, uygun bir anda gördüğümde.  Her gördüğünde kaçtı. Olmadı yumuşatamadım şimdiye kadar. Kaldı olduğu gibi, çok katı.
Orta boylu iyi adamla, uzun boylu adam arasında bir yerlerdeyim şimdi. Hiç bir zaman bilemeyeceğim orta boylu iyi adam doğru bir nokta mıydı? İçten içe bekliyor mudur beni? Bunun şu an olmasını isteyip de, o zaman yapmadığım bencilliği şimdi yapamam. Ama uzun boylu adam senden daha mı iyi, bunu da hiç bilemeyeceğim. Belki de en güzel yanı budur:)

Nedendir bilinmez bu şarkı eşliğinde yazıyorum bunları:   Nobody suffers like i do, nobody but you ... http://fizy.com/#s/1akdbf