22 Aralık 2011 Perşembe

Boşluk

Arada eksik sahneleri olsa.. sadece mutlu anlardan ibaret olsa .. tatlı küs olsak, atışsak, sonra hemen barışsak.. her şey çabuk bağlansa birbirine.. ara sıra boşluğa düşmesek.. içine düşeceğimiz boşluklar, birbirimizden ne kadar uzaksak o kadar büyük olsa.. sarıldığımız anda düşeceğimiz boşluk da kalmasa.. içine düştüğümüzde kendi sesimizin yankısını duymasak.. dünyadan uzaklaşmasak.. dünyanın sesini duysak..

19 Aralık 2011 Pazartesi

Doğmamış çocuk

        Bugün eğer dünyaya gelebilselerdi, kaç tane çocuğum olurdu diye düşündüm. Kaç tanesi bir fayansa damladı, kaç tanesi elime bulaştı, kaç tanesi banyoda suyun akışıyla bacaklarımın arasında akıp gitti, kaç tanesini işedim, kaç tanesi kanalizasyonda boğuldu, kaç tanesi çöpteki pamukların üzerinde kurudu kaldı.. Hangileri daha şanslıydı? Doğmadıkları için hepsi belki de..

         Sonra yine düşündüm de.. eğer tüm çocuklarımı dünyaya getirseydim, her birinin varlığından mutlaka haberdar olacaktım. Can verdiğim her kanın dünyaya en az bir kez geldiğinden emin olacaktım. Oysa bir erkeği düşünüyorum da şimdi, şu ana kadar hesaplayamayacağı sayıda çocuğu olabilirdi. Bunun için ne dokuz ay beklemesine ne de doğurmasına gerek vardı. Belki de, kadın ve erkek arasındaki farklardan biri de budur. Bir kadın istese de , istemese de , inkâr da etse ömrü boyunca can verdiği çocukların hepsinin varlığından haberdar olacaktır. Bir erkekse can verdiği, can verebileceği çocuklarının farkında olmadan ölüp gidebilir bile..


22 Kasım 2011 Salı

Adam (,) kokar

Bi koku var. Bekar /öğrenci erkek evlerine mahsus. Kesif ,adamsı. Herhangi bir kadının olduğu bir evde, kadının koku kullanımına göre farklılık gösterir baskınlığı. O kadar birbirinin aynıdır o kokular, tıpkısı birbirinin. Sanki şişelenmiş bi parfüm gibi, nerede duysam tanırım. Parfüm bile her tende farklı kokar. Hatta bazı adamların üzerinde öyle sinmiştir ki bu koku, yanımdan geçerken rüzgarlarından tanırım. Sadece bi saniyemi alır.  Testosteron kokusu bu, evet. Tüm erkeklerde ortak olarak bulunuyor olmasının başka bi açıklaması yok, olamaz! Hepsi aynı tıraş losyonunu kullanıyor değilse tabi(?). Östrojen kokusunu duyan adamsa görmedim henüz

16 Kasım 2011 Çarşamba

Kumbaraya bencil bi kız attım bugün

           Para biriktirmeye karar verdim. Ulu orta biriken para gözüme iliştiği için aklımı çelmiştir hep. Cebime koysam, elime gelir sürekli. Gün aşırı sayarım kaç para birikti diye. Yahu kardeşim, daha dün saydığın para, hepsi de hatırında! İki gün sonra tekrar bakarken o kumbaraya kendi kendine mi çoğalsın istiyorsun o paralar, ya da para parayı çeker deyimini mi yaşatmak amacın? Ha buldum! Ya biri seni sevindirmek için bi kaç kuruş koyduysa içine, bunu bilmek amaç. Ne ise bilsem de belli etmeyeyim, hem borçlu hissetmem, hem de iyiliğini sürekli başıma kakmamış olur.
            Uzun süre biriktirdim, insan meraklanmıyor değil, haliyle.. Zor gün için mi desem, almak istediğim bir şey için mi desem, uzun süredir hayalini kurduğum gitar için mi? Bilemiyorum. Planını kurduğun şey için biriktirilen para sayılmalıdır aslında. Ne kadar eksik kalmış bilinmeli. Gün sayılmalı, hesap edilmeli. Şu kaknem patrona biraz daha katlan, az kaldı.. Halbuki kumbaranın acil durum için kullanılması gerekir. Afetzedeye yardım gönderilir, sevgilinin bugün öğrendiğin doğum gününe hediye alınır,çok beğendiğin ayakkabı indirime girer, acilen başka şehirleri gezme ihtiyacı duyarsın falan da filan.. Ama daha önceden açılmaz o kumbara, o biriken para sayılmaz. Anahtarı olmamalı kumbaranın, pembe domuzcuk kırılmadan, koklayamazsın tek kuruş! Bir şeyler kırılıp, bozulmalı, muhakkak.
           Öyleyse hiç açılmasın benim kumbaram.. Yardıma yatıracağım paranın 2 lirasını kendime ayırmak istemiyorum. Sevgilime alacağım parfümün fiyatı daha ucuz olsun diye uğraşmak da.. Arkadaşımı başına bi bela geldiğinde ertesi gün onun yanında olmak da.. Hepsi o gün o anda olsun. Eksiksiz, bencilliksiz. Geç kalmasın. Kısmadan, kendime ayırmadan vereyim hepsini. Yarın bir gün param yetmese de, hayattaki tüm birikimi olan kumbarasını, kırmadan tanımadığı hasta bi çocuğa veren çocuk olayım. İçim titremesin paraları verirken, vicdanımı sızlatmasın bencilliğim.       Kim bilir belki bi gün, o hasta çocuk olurum..    



13 Kasım 2011 Pazar

Sadelik

"Receive with simplicity everything that happens to you."  - Rashi

Başınıza gelen her şeyi sadelikle karşılayın.

3 Kasım 2011 Perşembe

Ahh Rosetta


Senin adın rosetta!
Beni adım rosetta.

Bir iş buldun!
Bir iş buldum.

Bir arkadaş edindin!
Bir arkadaş edindim.

Normal bi hayatın var!
Normal bi hayatım var

Boşluğa düşmeyeceksin!
Boşluğa düşmeyeceğim.

İyi geceler!
İyi geceler.


İçinde senin yaşadıklarını izleyen biri var ya da yaşadıklarına sadece seyirci olmayı çok isteyen biri.. Öfkelisin, çabaladığın halde pek de bir şeyler değiştiremedin. Hedefler koydun kendine. İçinde kendi hayatının olmadığı hedefler. Rutinler buldun kendine. Onları hep sevdin. Bu rutinler tüm hayatını kaplasın istedin. Olmadı.. İşe girdin, kovuldun sebepsiz yere. Para biriktirdin, çalındı hepsi bi anda. Hiç biri istediğin gibi olmayınca seyircisi olmaya karar verdin olmak istemediklerinin. Ancak bir izleyici olarak katlanılabilirdi bu yaşantıya! Tıpkı bi film gibi izledin. Etkilenmemeye çalıştın, çektiğin filmden. İzledin, izledin.. O kadar zaman oldu ki, artık filmini bile izlemekten sıkıldın. Filmi bitirmeye karar verdiğinde kızın ölmesi gerekliydi. Tüp gazı açtın. Tıssssss .. -.......! Bir sessizlik.. Tüp bitti, ölemedim bile.. Boşluğun neresindesin?




1 Kasım 2011 Salı

Yalnız ruh

Kendini ancak başkasında bulan, yalnızlığı hazmedemeyen adamlar.. Ruhlarına vücut arar gibi.. Ruhları da kuvvetle şüpheli bi süre sonra..

28 Ekim 2011 Cuma

Kaldırımdaki ayakkabı


 "Bir insanı yargılamadan önce gökte üç ay eskiyinceye dek onun makosenleriyle yürü."                           Kızılderili Atasözü, anonim 
      
Sokakta kaldırım kenarında arkadaşımı, otobüsü ya da sadece zamanın geçmesini beklemek zorunda kalmışsam eğer, oynadığım çok zevkli bi oyun vardır. Başkaları da yapıyordur muhakkak bu yaptığımı fakat benimki oyun haline gelmiş şekli. Önyargı ve hüküm yerine, fikir sahibi olmak ve anlayabilmek var içinde, olduğu kadarıyla... 
           
      İnsan seyretmek çok büyük haz veriyor diğer insanoğluna. Tabi bi amaç etrafında (dikizlemek/ röntgenlemek) odaklanılmadığı sürece:) Yürüyüşünü, duruşu, saçlarını savuruşunu izlemek. Bi kaç adımından sonra omzundan düşen çantasını hep aynı şekilde düzelttiğini görmek. Kollarını sallaması, hareketlerinin hızı. Birini ister bi kaç dakikalığına, ister bi saatliğine takip edeyim, müspet sonuçlar elde edebiliyorum, inan! Onun içindir ki, derler ya ilk izlenim önemlidir diye. Küçümsenen saniyelerin, esasen hayat memat meselesi olduğunun kanıtıdır bu. Zamanla anladım ki, onları izlemek bi o kadar da onlardan gizli yapmam gereken bir şeydi. Onların da benim ki gibi gözleri, hisleri olduğunu unutmuştum. Görünmez de olamayacağıma göre, başka yolunu bulmalıydım. İzlenirken duydukları rahatsızlığı duymamaları gerekliydi. Bakışlarımız çakışmadan nasıl becerebilirdim ki bunu? Farkettirmeden, kısa sürede bitirmeliydim bu işi. Dış görünüşü özetleyen yani kişinin yaşamına özet getiren bi nokta. Olmalıydı, ama nerede?

      Sonra bi gün kaldırımın kenarındaki duvarda otobüs beklerken keşfettim, o basit gerçeği.. Ayaklar! Ayakkabılar! Hayatın özeti tam da bu yöndeydi, daha doğrusu ayakkabılarda. Şık ayakkabılar, spor ayakkabılar. Topuklusu, ruganı, renklisi, siyahı, eskisi, boyalısı, sandaleti, çizmesi.. Her neyse işte. Ayakkabıları izlemeye başladım. Sürekli yere bakarken, düşünceli insan görünümümle, izleyici tehlikesi oluşturmuyorum onlar adına. Böylelikle göz göze gelmeden, bakışlarla dışlanmadan, istediğim kadar gözlem yapıyorum, her bir çift adımın farklı bi dünyayı anlattığını bilerek...






Sonbaharlı klip

        Ayakta durup volta atmaktan yorulmuşken. Merdivenin bir kenarı çöküverdim. Dirseklerimi dizlerime koyup ellerimi kavuşturdum birbirine. Sıkıca sarıldılar birbirlerine yeterince üşümüş iken. Sonra gövdemi dikleştirip kafamı kaldırdım yukarıya. Gökyüzüne bakmayı severim. Ama başını kaldırdığım anda gözümün önüne gelen berrak bi gökyüzü ve hışırdayan görüntüsüyle gövdesi görünmeyen sarı yapraklı bi sonbahar ağacıysa zevkim bin beş yüz katına çıkar. Baktım baktım. Sakince. Konuşan birinin gözlerinin içine bakar gibi baktım. İlgiyle baktım, dikkatlice. Yapraklarla göz göze bile geldim. O sırada fonda hafiften bi gitar sesi. Tatlı tatlı çalıyordu. Tek tek, her ses ayırt ediliyordu. O kadar yalındı. Kendimi sonbaharlı bi klibin içinde sandım. Bi kaç saniyeliğine gözlerimi bile kapattım. İçimden hafif, güzel şarkılar geçti. Kırsal bölgeler, sarı kırmızı yeşil sonbahar yaprakları... Kalın paltomun üzerinden rüzgarlar geçti. Bunlar toplamda on saniyede olup da biterken, büyük akıllılık ettiğimi anladım.      
         Gitarcı çocuk yanlış notaya bastı. Baştan denedi, yine yanlış oldu. Sonra da sustu. Çok hayal kurmuşum yine. Ne klip varmış ortada, ne kırsal alan.. Sadece kütüphane merdivenlerinde oturuyormuşum. Gitar çalan da dünya yıldızı değil, gitar dersi bekleyen bi çocukmuş.
  

25 Ekim 2011 Salı

Uyku arası

Bundan tam iki gece önce uyku ile uyanıklık arası sayıkladığım şey: " Birinin bi şeyi yapmasını hayal edersin. Yapar. Sonra onun yapmasını hayal ettiğin şeyin, hayalindekine hiç benzemediğini anlarsın.". Böyle zamanlarda anlarım ki hayalimin gerçeğe uyma ihtimali, ona uyma ihtimalinden daha fazladır. Bundan sonra bi karar aldım. Hayallerimi dış dünyaya göre değil, iç dünyaya (sıradan bi insan ruhu) göre kuracağım. Hayale dalmak bi anlamda dünyadan uzaklaşmak derler ya, bu durumda dünyaya hem yakın hem uzak olurum eşit mesafede..

1 Ekim 2011 Cumartesi

Kadın vardır bir de adam..

Gece miydi?
Böyle gecelerde
     türkü söylenir...

Ama bu yolcular
     suskundular...
Ve sokulmuşlardı
              birbirlerine..

Kadınlar ve çocuklar
                        ayrı
erkekler ayrı yerlerde...

Nereye kadar sürdü
             yolculukları?
Hep geceleri mi
yol aldılar?
Gündüzleri
                nasıl gizlendiler?

Ve devrilen
                     tekneden
                         çırpınarak
                                 gömülürken
                                       karanlık sulara
son sözcükleri
                 nelerdi?
Nelerdi
         akıllarından geçenler?




Çocuk ağlayışları
            ve kadınların
                    nicedir bastırılmış
                                      çığlıkları
                                             geceyi
                                                     yırtarken
erkeklerin
    son düşünce
                    kırıntıları
belki pişmanlık
                  sözcükleri    
belki kırık dökük
                        dualardı
                              boğulurken...                         

"Gecede Ölüm"  İKİ AĞIT/ Ataol BEHRAMOĞLU


Söyleyemedikleri bir şeyler kalmıştı, her zaman, ve bazıları çokça üzülmeseler de ağlamak için bolca sebepleri vardı.
Söylediklerinden arta kalan bir çok şey - kendisi küçük depremi büyük çatlaklardan- kendilerine çıkış noktası bulmuşlardı.
Sonrasında uzun süredir bekletilmenin sabırsızlığıyla atik ve yayılmacı dağıldılar savaş alanına. Başladılar ölüp kalmaya..



Onların ise dudaklarından dökülmeyen, gururlarının esiri olan sözcükler, son nefeslerinde dahi yenik düşmüşlerdi gururlarına ya da var olan güçlerini saklamanın verdiği yorgunluk çökmüştü üzerlerine.
Taburelerine atılan tekmeden sonra göremeyeceklerse de sözcüklerinin sahipleriyle buluşmasını, geçerken uğrayan dostlarla dertleşirken bahsi geçer diye düşündüler. Söyleyemedikleri, söyleyemecekleri yerlerde, derinlerde kalmıştı. Belki onlar artık bunu hissedemeyecekler ama son nefeslerini de hiç söylenmemiş sözcükler çalmıştı ya, işte en çok bu koyacaktı geride kalanlara.. kadınlarına..

7 ekim 2009  

Susarım, göğe

Kabahatini gizlemek istiyorsan,
kaldır başını göğe,
önce çenen görsün masumiyeti..

Oyun mu gerçek?

Ben gerçektim ve onlar oynuyorlardı yanlızca
ustaca hem de..
bu durumda,
ne utanabilir ne de çekinebilirdik birbirimizden..
utanması gereken biri varsa o da bendim.
onları zorla oyunuma dahil ettiğim için..


Tembeli ne halde, bilsen!

Huzursuzduk tıpkı onlar gibi..
Aynı zamanda bilgisiz ve korkakdık.
sinirlenip taşkınlık yaptığımızda,
etraftakilerin de huzuru bozulmuştu.
Öğrenmek istiyorduk fakat çabalamıyorduk.
Gerekiyor diyorduk,
fakat zorlamıyorduk,
biliyorduk!


Hissettim mi?

Dokunduğum herşeyi hissettiğimi sanıyordum o güne kadar. Yanılmışım. Her şey dokunularak, sadece dokunularak hissedilmiyordu ve dokunduğum herşey de aynı zamanda hissetttiklerim değillerdi. Söylenmeyen ama tarif edilen bir söz, göz bebeklerime çarpmayan ama tasarlayabildiğim bir görüntü kimi zaman daha fazla hissedilir oluyordu. Hissetmenin de derecesi oluyor mu, dedim bir an, tereddütle! Evet oluyormuş. Hadi hatırlasana! Fazla zorlamana gerek yok kendini. Güzel bulduğun bi insanın söylediği kötü bir laf, çok tanımadğın insanların içinde yaşadığın utanç verici bir an daha çok acıtmadı mı canını? O anı tek bir duyunla yaşamış olsan da her duyunla hatırlamıyor musun sanki? Yaşadığın bir acıyı düşün. Karnındaki ağrı, etraftaki ağır koku, gözlerinin önünden geçen film şeritleri, haykırışı andıran siren sesleri, diline yapışmış ve bir süre kurtulamadığın ekşimtrak bir tat. Sadece tadını ya da kokusunu değil, anın kendini algılamıştın. Öyle bir duymuştun ki o anı hem de, hafızanın en kuytu köşesine koca harflerle kazımıştın. Öyle fena yer etmişti ki aklında, hatırladıkça hissetin, hatırladıkça tekrar hissettin.. Her seferinde birbiri üstüne eklendiler, hep bir öncekinden daha fazla duyumsadım. Her seferinde hüznümün biraz daha artmasının sebebi bundandır, öğrenmiş oldun! Duyumsamış olduklarım duyumsuyor olduklarımın önüne geçiyor ara sıra, engel olamıyorum.  Geçmişin altında kalıyor şimdiki zaman ve gelecek de. Geçmiş şu anım, şu an ise geleceğim oluyor. Anlayacağın hep geçmişlerim galip geliyor. Şimdiyi bir kez yaşarken, geçmişi istemediğim ve tahmin edemeyacağim kadar kez yaşıyorum. Hissetmek doğanın bendeki yansıması istesem de karşı koyamıyorum. O kadar güçlü sayılmam zaten, tüm hissettiklerimi tekrar tekrar yaşamaya katlanabiliyor olsam da!   6 nisan 2009

29 Eylül 2011 Perşembe

Uzak yabancı

Uzaktan fark ediyorum. Gözlerim beni yanıltsın istiyorum bu kez, her zamankinden farklı olarak. Ellerimde engelleyemediğim bi gerginlik, çoktan yumruk olmuşlar, kendilerine hakim olmanın derdinde. Dizlerimdeki çözülme, kollarımı da fazladan savurmaya başladım. Vücudumdaki kuş çırpınışı sesime de geldi sonunda; tiz, titrek. Uzağa bakıyorum yaklaşırken, yanılma isteğim ise bir artar, bir azalır. Mesafe azaldıkça bakışlarımı azaltıp, cümlelerimi gereksizce uzatıyorum. Sesim daha gür çıksın, bana ait olduğu anlaşılsın en azından! Hep aynı enseyi gördüğümü sanıp, çok fazlasını görür oluyorum. Sırtı dönük, eğik omzu, önünde başı. hem korkak, güçsüz, hem utanır, kabullenmiş. Geçiyorum yanından eğik omzun. Gözlerimin bazen bakmadığı yeri de gördüğünü bilirim ya.., geniş açı yan yan izliyorum olan biteni. Bana dönük bakıyor, tepkisiz. Aşina olmadığı belli. Zaten önden daha kısa boylu, irice. Utanacak bi kusur yok bu yüzde, şaşkın sadece. Gidiyorum, geçip gidiyorum.. Her gün biraz daha kolay, kârıma dakikalar bile. Kolumdaki katılık eriyor, hızlıca. Rahatlıyorum. Her yanlış karşılaşmada ben daha unutmuşken yakalayamadıklarımı, o daha anlamış oluyor. Ben gençleşiyorum unuttuğum her an ile, onun ayakları yaşlı bir adam gibi; yürümediği yollardan tekrar tekrar geçip, eskiyor..

18 Eylül 2011 Pazar

Hani, var ya..

Hani canın sıkılır da karanlıkta oturmuş gizlice, sessizce ağlarsın ya bi köşede. İçten içe, beni merak eden düşünen biri olsa istersin, hem de istemezsin.. Sonra biri gelir açar ışığı, birden ortalıkta apaydınlık kalakalırsın. Şaşkınsındır, zayıflığın açıkça görünüyordur artık. İşte dünyada yaşadığım süre boyunca da aynı hissiyattayım, sanki biri ışığı açmış, şaşkınca bakıyorum, cevap veremeden, savunma yapamadan..

14 Eylül 2011 Çarşamba

İki' nin yüzlüsü

Sen gözlerinin içine bakarken, o ellerini arkasında sağa sola savurup pisliğinin kokusunu dağıtmaya çalışmışsa senin kabahatin yok. Kimse senden bilmeyecek onun günahını. Yürüdüğü yolda herkes onun o ağır kokusunu bir kez duyacak. İkiyüzlünün kokusu bin kat daha ağır olur diğerlerinden. Bir kez duyduğunda kimse unutmayacak. O kimseye özrü layık görmüyorsa, asla da pişman olmayı öğrenemeyecek. Vicdanı hep kirli olacak. Utanma! İnanmak suç değil ya da güvenmek birine. Seninki bi hata değil bedelini ödeyeceğin, düştüğün bir çukur sadece. Er veya geç kazanın içinde öleceği..

13 Eylül 2011 Salı

Yoğurt niyetine

         Yoğurdu severim. Aynı zamanda her yemeğin üzerine yoğurt döküyorum. "Hepsine de yakışmaz ki canım! "diyorlar. Anlatmaya başlıyorum... Önce rengi çeliyor aklımı, akça pakça saf bi görüntüsü var. Sonra dilimde ekşi ferahlatan bi tat bırakıyor, huzur verir gibi. Ağır yemeği hafif, hafif lezzetli yemeği bir başka güzel lezzetli yapıyor. Eğer sadece görüntüsü ise yemeğin kusuru, üzerini yoğurtla kapladığım anda fark edilmiyor tek kusuru da. Sevdiğim bi kaç çeşit baharatı da ekledim mi, tadına doyum olmaz doğrusu.. Demiyorum bunların hiçbirini. "Ben severim yoğurdu.." demekle yetiniyorum.
        Ama şimdi sana söylüyorum düşündüklerimi. Sen de yoğurt dök olur mu bütün yemeklere.. Varsın gizlesin yemeklerin asıl hallerini, örtsün kusurlarının üzerini. Diline güzel geliyorsa güzeldir artık o yemek. Beyazlıktan kim ölmüş!

3 Eylül 2011 Cumartesi

Miyop' un sokak lambası

Miyoplaştıkça dağılır büyür, renkler ışıklar
gözlüğüm yoksa gözümde ya da dinleniyorlarsa başımın üzerinde
her bir sokak lambası patlayıp sönen bi havai fişektir,
gözlerimi açtıkça büyüyen kıstıkça sönen,
mavi pembe beyaz yeşil en parlağı da sarıdır.
Gözlerimi açıp kapadıkça 
uyumluca dans eden kızlardır onlar, hep ışıltılı, neşeli
müzikleri sessizlik.
Eğer ki gözlerim dolarsa bu süslü kızları izlerken,
sağa sola akan bir sürü parlak böcekten anlarsın ki 
kırılan koca bi cam kavanozdur onlar.

Ne zaman gözlüğüm başıma ağır gelir
o zaman her biri herkesin görebildiği 
sıkıcı parlak bi nokta olur!


29 Ağustos 2011 Pazartesi

Gençliğimin fotoğrafı


Eskiden fotoğraflarda gözü kapalı çıkan yıllarca öyle kalırdı hayalimizde.. Annesinin kucağında oturmakta zorlanan çocuk zaten yaramaz, eteğini çekiştiren küçük kız fingirdek olacağı belli olandi .. Ben gözü kapalı çıkmış insanları hep sessiz, sakin, bulundukları yerden sıkılmış olarak bilmiştim.  Fotoğrafı çekene doğru hamle yapmış, ağzı açık ve/veya yamuk çıkmış her insanın "dur ayol saçımı düzelteyim" , "kızz gelsene gülsüm" , "flaşı aç flaşı!! " gibi nidalar savurduğunu bilirken, aynı zamanda bu insanların olaylara fazla müdahale eden, baskın kişiler olduğunu geçirdim aklımdan. Özenle giyilmiş kıyafetlerden hep bi bayram günü olduğunu çıkarılabilirdi, fakat her gün fotoğraf çekilmezdi eskiden. Herkes bir araya geldiği gün en güzel kıyafetler giyinilip geçilirdi makina karşısına, bi bayram günü gibi.. Sonra o fotoğrafı elime alıp baktığımda, o gün "turuncu saçlı bebeğimi bulmadan gelmem.." dediğimi, fotoğraftaki asık suratımdan hatırlardım.

Şimdi dünya güzeli çıkana kadar çek allaah çek..şansımızı çok zorluyoruz! Aynı duruş, bakış, halihazırda hep de süslüyüz. Şimdi ne yıllar sonra bile hatırlayabileceğim bir hazırlığı var fotoğrafların ne de karakter analizi yapabiliyorum onlardan..Artık hepimizin bakışı ahu, yüzü ay parçası. hepimiz yakışıklı, hepimiz güzeliz..




20 Ağustos 2011 Cumartesi

Havalı bi adam

Cüsseden irice hisseden kıssaca aptal bakışlı tiki adam. Kafası, arabalarda hareketle orantılı sallanan süs  köpek kafası gibi gövdesinden bağımsız bi oyana bi bu yana sallanıyordu. Arada başı benim olduğum tarafa dönerken, masum çekingen ve sonuç olarak çapkın göründüğünü düşündüğü kısık ve kesintili malımsı bakışlar atıyordu kendisi üzerime. Eminim bu şekilde ne çok kız tavladığını da geçiriyordu içinden.. Ama belli oluyor ki dünyada bu tarz küçük erkek oyunlarını yiyecek kızcağız kalmadığından haberdar olmayacak kadar da acemiydi bu işte. O doğuştan gelen yetenekleriyle kızları etkilediğini düşünürken işin aslı böyle değildir. Evet tavlanan diye tabir edebileceğimiz hatrı sayılır sayıda kız arkadaşı olmuş olabilir. Fakat bu noktada araya çoktan başka etkenler girmiştir bile. Ray ban gözlükeri ona çok yakıştığı için kızlar üzerinde etki yarattığını düşünürken gözlüklerin fiyatını, şıklığının sebebini beyaz tişörtü buz mavisi kotu ve siyah saatinin akla ziyan uyumu sanarken her birinin markasını, kareli donunu beline kadar çekip eğildiğinde nasıl da davetkar göründüğünü hayal ederken o donun etiketini hiç mi hiç hesaba katmamıştır. Asıl pahalı olan üstündekiler olmasına rağmen gereğinden fazla değer biçmiştir kendine bu delikanlı. Bu tür tehlikeli türlerden biridir kendine zarar verebilir, hayal kırıklığına uğrayabilir. Bulunduğu çevrede ise tüm gerçeklerin farkında olup bu yolda devam eden arkadaşları da elbette çok sayıda mevcuttur. Bizim gencimiz de tabi ki türünün genelini kapsayan tipik özellikleri bünyesinde bulundurur. Örnek vermek gerekirse; erkek erkeğe sohbetlerde  kızların kusurlarını acımasızca eleştirmeleri gözümüze çarpabilir. Hafif kilolu, makyaj yapmayan, sade giyimli bi hanımefendiyi koca g*tlü çirkin ve/veya lezbiyen olmakla suçlayabilir sıkça. Onun için, iri ve gereksiz bedeninin altındaki koca g*tü o kızınkinden daha fazla övgüyü hak ediyordur. Bu durumda da ancak manken gibi bi fiziğe sahip alımlı bi çubukhanım onun yanına yakışan cinsten olabilir. Kalıplaşmış kostüm özelliklerinden bahsetmeye devam edersek; kıyafetiyle uyumlu ve içinde çok fazla nakit/kredi kartı barındıran şişkin bir cüzdanı, şık ve pahalı arabasına ait olduğu şüphe götürmeyen bir çift anahtarı, ayrıca elde bu ikisinin yanında veya kelleşmeye yüz tutmuş kısa traşlı kafada yer bulabilen parlak camlı bi gözlük en belirgin aksesuarları arasında sayılabilir. Oturduğu her yerde gürültülü bir şekilde masada göz hizasına koyduğu bu üçlü eminim onun için en büyük gurur kaynağı ve onda baba oğul kutsal ruh üçlemesinin yerini almış bi yapıdır. Sonrasında, kuş bakışı bakıldığında sağ bacağı ile oluşturduğu ikizkenar üçgenin tabanını sol bacağı tamamlarken geriye kaykılarak oturduğu sandalyesinde , başını sol alt köşeden alıp sağ üst köşeye aheste bi şekilde savururken, kuzeydoğu istikametinde bir süre havada açık halde asılı kalan büyük ağzı, otobanda 300km hızla yanımızdan geçen motorun vınnnnnnnnn!!!!!!! sesine benzer bi sesin alt efekt oluşturduğu "...(vınn) ya beyleeer..."şeklinde başlayan cümleler kurar o masalarda. Büyük parlak gözlüklerini takıp sesli şekilde eleştirilerini (hakaretlerini) savurur çirkin ve ucuz bulduğu kızlara. "Üstüne para versen aynı yatağa girilmez oğğllum bunlarla!!!"  nidaları sarar ortalığı. Sessizliği ve yamukluğuyla ortalığa küçümsemecikler saçan sırıtışını da eklemeyi unutmaz ardına. Yine de hepsini baştan aşağı süzer, süzer ki dayanılmaz cazibesinin bi kez daha farkına varabilsin. Mutlaka sosyal paylaşım sitesinin birinde havalı bir hesabı  da bulunur. Bu hesap, ıslak geriye doğru taranmış saçları, iri yağlı ve hantal vücudunu kaslı izlenimi verecek şekilde göğüs kılları altında birleştirdiği kalın kolları havuz kenarından güç alırken, onun daha heybetli ve karşı konulmaz görünmesini sağlıyordu. Üstüne de güneydoğu doğrultusunda yan yatmış, çeneyi büyük gösteren kafa duruşu ve kısık kesik bakışı eklediğimizde klasik bi profil fotosu da tamamlanmış olur.
Aman ha!! Normal bi topluluk içinde kaldığında ona hassas davranalım, davranalım ki , kendi arkadaş grubuylayken bakışlarıyla bile konuşan bu adam dut yemiş bülbül olmasın. Anlayışlı davranalım ki ona, benzersiz çekiciliğinin her yerde etki yaratabildiğini bir an olsun çıkarmasın aklından. Onla karşılaştığımızda yakınında durup, yüzüne aralıksız bakalım ki, bakışlarının her zaman  dayanılmaz bi etki alanına sahip olduğundan emin olsun.. Onu görmezden gelmeyelim toplumda bi yer edinemese de ayağını yerden kesecek sebepleri olsun..

Davulcunun ü'nü

Dan dı dan dan, dann dann, dan dı dan dan, dann dann, (es) dannn! Bunu andıran bir ritimle sıçrıyorum. Bir ay var, çok özel kimileri için ve bazıları için uzak sadece.. Bu ritmi ilk duyduğum gün büyük bi sıçrama yaşıyorum (normalde böyle fikirlerimi yazıya dökmem, fakat şu an aklıma geldi, tutmayacağım kendimi. S*ç + ramak, yani s*çmaya ramak kalması hali). Bu büyük sıçrayışım beni büyük bi karar almaya itiyor; aynı şeyi bir daha yaşamamak için bundan sonraki gecelerde davul çalana kadar uyumamaya karar veriyorum. Artık beni korkutamassın haşin adam ve onun gergin davulu. Artık siz benden korkun! Herkescikler uyurken aniden kafanıza bi terlik savurabilirim. Tövbe edersiniz bu işe.
Bi süredirse ilk günlerden farklı, ürkek bi ritm duyuyorum. Başlarda ben ondan korkuyorken, şimdi sanki o benden tırsmış gibi hafifçe yükleniyor davuluna. Tabi ki muhteşem hayal gücüm, bu resmi de hemmen tamamlayıveriyor. Bi analiz tablosu çıkarıyorum önüme. Davulu genelde roman arkadaşlar çalar ve romanlarda müzisyenlik baba mesleğidir yüzyıllardır. Her baba, usta çırak ilişkisiyle oğluna öğretir bu mesleğin inceliklerini. Yiğitlik er meydadında öğrenilir kısacası. Bu ansilopedik bilgi beni birdenbire aydınlatır. Buldum! Bu çalan davulcunun oğlu! Hem ürkek hem arada kaytarır cinsten vuruşları. Kesin o! Ona bir öğütte bulunmayı istiyorum. Camı açıp bağırıyorum. Hey davulcu...! Hevesle pencerenin dibine kadar yaklaşıyor. İşi gücü bi kenara bırakıp, benim gibi bilge bi ablayı dinlemeye koyuluyor. "Biraz kuvvetli vur şu davula, yoksa kimseler bahşiş vermez sana" diyorum. Pencereyi kapatıp odanın karanlığına karışıyorum. O beni uzaklaştı sanarken, pencerenin ardından onu röntgenliyorum. Ani bi hareketle ve mağrur bi şekilde başına dikleştiriyor. Kendine inanmanın duruşu bu! Tanırım. Omzunu kabartıyor, kolunu geriye atıyor ve tüm gücüyle vuruyor davuluna... Öylesine büyük bi vuruş ki bu, yankısından kulaklar çınlıyor, köpekler kedi kesiliyor, dinsizler imana geliyor

Yıllar geçmiş o günden sonra. Bizim acemi davulcu büyük, çok meşhur bi üstad oluvermiş. Konserler verip, albümler yapıyor. Herkes onun davula vurduğu tek bi fiskeye şahit olmak adına müthiş paralar harcar oluyor. Yurt dışında festivallere katılıyor, yılın sanatçısı seçiliyor. Sonunda en prestijli ödülün de sahibi oluyor: Nobel barış ödülü! Kültürler arası bi köprü, tüm dünya için bi fenomen halini alıyor. Onun sayesinde senfoni orkestralarına davulcu bulundurma mecburiyeti getiriliyor. CSO( cumhurbaşkalığı senfoni orkestrası) o resmi halinden uzak bambaşka bi havaya bürünüyor. Orkestrada çalan akrabalarını izlemeye gelen roman vatandaşlar, davulun insanın içini hoplatan ritmini duydukları andan itibaren , oldukları yerde oynamaya, göbek atmaya başlıyorlar. Her yer şenleniyor, klasik müzik camisı devrim niteliğinde büyük bi değişim yaşıyor. Artık kimse klasik müzik konserlerinde uyuklamaz, esnemez oluyor. Frag yerine şalvar modası başlıyor protokolde. Elit buruşuk hanımlar kulaklarının arkasına bir de kırmızı gül sıkıştırıveriyorlar. Bunca gelişmenin arasında bir tv kanalındaki röportajına rastlıyorum bizim genç davulcunun, sunucunu bu macera nasıl başladı bize anlatır mısınız sorusuna, şöyle cevap veriyor bizimki: "Bizimki baba mesleği aslında, ama ben diğerlerinden farklı olarak biraz isteksiz başladım bu işe, çiçekleri çok severim ama sokaklarda çiçek satmayı hiç düşünmedim hep bi dükkan açmanın hayalini kuruyordum tabi bunun için önce biraz para biriktirmem gerekiyordu. Bu sebeple geçici olarak davulculuk yapmaya karar verdim. Bir kaç yıl boyunca düğünlerde, folklor şenliklerinde, ramazan aylarında çaldım. Ta ki bi gece yarısı gönülsüzce davuluma vururken, beni sarsan o tiz sesi duyana kadar. "Biraz kuvvetli vur, yoksa kimse sana bahşiş vermez" diyordu, o ses. O günden sonra böyle isteksiz şekilde davulumu döverek asla çiçekci dükkanım için gerekli parayı biriktiremiyeceğimi anladım ve var gücümle, tüm yüreğimle asıldım tokmağıma. O gün bu gündür de, ne ben tek bir gün istemeden vurdum davuluma ne de benden yürekli bi davulcu geldi dünyaya. Şimdi, bana o gece bağıran kadına şükrediyorum. O olmasaydı ben asla şu anki konumumda olamazdım. Eğer beni duyuyorsa, tüm hayatımı ona borçlu olduğumu söylemek isterim." dedi ve sunucu diğer konuğu davet etmek üzere lafı değiştirdi.

Şimdi çok pişmanım o gece o çocuğa bu şekilde bağırmadığım için, onu uyarmayı ne çok isterdim halbuki.. Belki gerçekten hayatı bu yönde bi mucizeye dönüşürdü. Belki de ağız dolusu küfür edip takip eden günlerde de davlunu bildiği gibi çalmaya devam ederdi . Kimbilir...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Mutlu nefes

Kalbim ağzımda atıyor sanki. Bunun etkisiyle başım aynı ölçüde zonkluyor ve ateşler içinde... Karnımın ağrısı beni henüz doğmadığım zamanlara götürüyor, bi cenin halini alıyorum. Ağrı kesici, sıcak su torbası, kıvrılmak yatağa uzanmak.. Hiçbiri çare değil. Saatler akıp gidiyor da kolayca, o geçmek bilmiyor. Yine de dilime gelmiyor kendi sesimi duyamıyorum, "evet hastayım!" derken. Söylemezsem daha iyi olacakmışım gibi . Halbuki karnımın dili olsa konuşurdu, "hastayım , ölüyorum, kahretsin!", derdi. Karnım yavaştan guruldamaya da başladı, bana sinyal veriyor konuşuyor kendi dilinde.. Burnumdan geçen havayı hissediyorum sanki, yarısı yolda kalıyor ciğerlerime gitmiyor gibi. Yetmiyor aldığım nefes. Şimdi var gücümle alabildiğim kadar havayı içime çekiyorum. Nafile.. Düzen aldıramıyorum.. Bir az geliyor aldığım hava bir de çok. Daraldıkça daralıyorum. Yetişemiyorum bedenimin hızına..
Bir gün önce..
Öğle vakti uyanmıştım. Bir şeyler atıştırdım, acıkmamıştım henüz maksat alışkanlığım doysun.. Yemeğimi yerken bol bol güldüm konuştum. Sadece bir ambulans sesi irkilmemi sağlayabilmişti. Kim hastalandı acaba? Bu sıcakta kalp krizi mi, kaza ya da boğulma? Belki zor nefes alıyorlardı. Hayal edemedim, hissedemedim bile..
Şimdi,
sağlıklı bi bedenim varmış diyorum. O gün bunun fakında olmayan sağlıklı biriymişim meğer.. Yıllar yılı her şey için bi işaret bi başlangıç bekleyen insan olan ben sağlıklı bedenimden de aynı tepkiyi beklemişim. Ama tepkisizlikmiş onun işareti. Yolunda olan bir şeyin yolunda olduğuna, iyi olduğuna dair bir iz olmazmış..
Bu anlattıklarımı birine duyurmak isterdim. " Hah! Bir de bu rezil halinle mutlu olduğunu nasıl söylersin, mutluluğun ne demek olduğunu bilmiyorsun sen!" diyen kişiye. Yukarıda senden bahsediyordum. Sen ne kadar farkındasın ki aldığın onlarca temiz nefesin, bir de mutluluğu tanımlamaya çalışıyorsun. Bilmezsin ki mutluluk sahip olduğumuz sağlıklı bi bedene benzer elimizdeyken anlamayız, fark edemeyiz bile onu. Mutsuzluksa bi illet gibi ancak bize geldiğinde cebelleşiriz onla. Bilemezsin ki mutluyum diyen o insanlar aldığı her nefesin farkında olduğu için mutlu, sadece. Sen ise yalnızca ağrıyan karının acısını içinde bastırabildiğin sürece mutluyum sanırsın kendini, duyduğun mutsuzluğun işaretiyken. Mutluluğun işareti yok bunu bil. Tabi kime söylüyorum, mutsuzluğunun çığlıklarını bastırmaya çalışan adam, mutluluk da kahkahalar atıyor sanıcak.

2 Ağustos 2011 Salı

Elimin kiri

Buzdolabını açtım. Bir domates ve bir salatalık aldım. Soğanı hazırladım. Önce yıkadım, ovalayarak hepsini. Sonra salatalığın kabuklarını soydum. Tezgâh bir anda uzun, ince, yeşil şeritlerle doluverdi. Doğramaya başladım, sırayla soğanı, salatalık ve domatesi. Hah, doğru ya ne unuttum diyordum. Bir tutam maydanozla salatamın üzerini süsledim. “Her şeyini koydun mu?” dedi annem, “ tuzunu, yağını, nar ekşini ve elma sirkesini” koydum anne dedim. Tüm aşamalar tamamlanmış ortaya kırmızılı yeşilli rengârenk bir resim çıkmıştı. Bu harika tabağı birazdan yenmek üzere layık olduğu yere, yani sofraya bıraktım. Gözlerimi tekrar tezgâha çevirdiğimde, etrafın renkli fakat pis görüntüsünü beni rahatsız etti. Soğan kabukları, domates sapı, salatalık kabuğu… Temizlemeye başladım. Önce bir kaşık yardımıyla onlardan kurtulmayı denedim, düştüler etrafa saçıldılar. Sonra peçetenin işe yarayacağını düşündüm, bu kez de peçete parçalanıp bir de kendi pisliğini oluşturdu. Çaresiz kalmış, pisliğe yenik düşmüştüm. Başından beri çekindiğim son çareye başvurdum. İki elimi birden pisliğe daldırdığım anda, her yer tertemiz olmuştu. Vay canına ne çözümmüş! Elimi bu işe sokmak istemezken aslında şundan korkuyordum: “Ya oradaki pisliği tamamen temizleyemezsem ve üstüne elimi de boş yere kirletmiş olursam?”. Korktuğum başıma gelmemişti… Kire, pisliğe, kötülüğe ve her neyse diğerlerine elimi sürmekten, üzerime bulaşacaklarından korkmayıp bir işe giriştiğimde kusursuz temizliğe ulaşabilmiştim. Ellerime bulaşanlar, üzerime sıçrayanlar elbet bir yolla temizlenirmiş. Ya su olur bunu sağlayan, ya sabun, bazen zamanla… Ellerimi yıkadıktan sonra hem ellerimdeki hem de tezgâhtaki pisliklerden tamamen kurtulmuştum. Ve bunu sonrasında bir arkadaşa tavsiyede bulundum: “ Elini pisliğe daldırmadan, temizlik yapılmaz!”. Umarım dinler. Yoksa her yolu denedikten sonra, en sonunda yorgun halde deniyor olduğu tek çözüm yolu yine bu olacak…

28 Temmuz 2011 Perşembe

Yarım tablo

Hayatta istediklerini yapmadan, hadi hepsinin günahlarını almayacağım, ayrıca yapamadan biriyle birlikte olmuş, döllenmiş, toplum, aile belki de eş baskısıyla o yumurtayı dünyaya getirmiş insanlar vardır. Bu insanların bazıları gerçekten, doğan bu minik yumurta adına hiç bir hayal kurmazlar esasen. Bu insanların hayali, tüm baskı ve önyargılardan kurtulmak, doğurabilecek kadar yetenekli ve değerli olduklarını gösterecek bir bebek arabası taşımak, yıllardır toplamadıkları/toplayamadıkları ilgiyi 9 aylık şişmiş karınlarıyla toplayabilmektir. Yaratma hayalini kurdukları bir tablo değildir kucaklarında taşıdıkları, yalnızca yarım kalmış, eski bir tablonun küçük parçasıdır. Bu yarım kalmış eski tablo kendi hayatlarından başka bir şey değil. Başka bir doğurgan tarafından yarım bırakılmış bir tablo. Bu öyle bir döngü ki, bir adım sonrakine zarar vereceğini, eksik bırakacağını garanti ediyor. Onlara uzaktan bakınca anlarsınız, tanırsınız hemen. Sanılanın aksine kadın değil hepsi, bir o kadarı da erkektir. Hayatın onlara vermediği, eksik bıraktığı parçaları tamamlamak isterler yaptıkları çocuklarla. Her çocuk hayatla bir rövanş, yeni bir kazanma umududur hayata karşı. Hiç bir zaman kazanamayacakları bir yarışa girerler bilmeden. İlk çocukla başlar her şey. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış derlerdi. Sonra 2, 3, 4....

19 Temmuz 2011 Salı

Yalan evlilik

         Hiç tanımadığın bir insan seni gördüğü için mutlu oluyor. Sarılıp, öpüyor yanaklarından. Güzel göründüğünü söylüyor. Hediyeler veriyor sana. Sonra şöyle diyor : “Ömür boyu mutluluklar!!” O anda söylediğine inanır mı bilinmez, senin için de kendi için de mutlu oluyor. Dilekleri ne kadar uzun vadeli, ne kadar çok olursa bir o kadar iyi bir insan olduğunu düşünüyor herhalde. Senin, salondan ayrılmadan önce attığın gelin çiçeğini tutuyor. Evlenip mutlu olacağına inanıyor içten bir şekilde, tıpkı senin gibi… Biriyle evlenmiş olmak bile büyük bir mutluluk vesilesi onun için. Kendinin de başına böylesine bir mutluluk gelmesi için dua ediyor, her gün. Toplamda binlerce kez. Hayatımızdaki her olayın saf mutluluk taşımadığının farkında değil mi, acaba? Peki insanlar bu derece saf olabilir mi? Hayır dediğini duyar gibiyim. Doğru cevap da bu. Tabi ki evrende saf halde bulunan şeyler olabilir, fiziksel olarak. Yine de bunların hiç biri beşeriyete ait değiller. Peki, gayet insani, maddesel yanı olan evlilik neden ona saf mutluluk gibi görünüyor olabilir? Halbuki  sen biraz önce damat beye çok sinirlenmiştin, saçlarını istediğin modelde yapmadığı için kuaföre feci bozulmuştun, evliliğini onaylamayıp o gün yanında olmayan babana lanet ediyordun içinden. Birden müzik başladı dans etmeye başladınız, ilk dans. Ne hikmettir ki yüzün aniden aydınlandı, gülümsemeye başladın etraftaki insanlara. Damadın kulağına fısıldadığı her söze çok anlamlılarmış gibi tekrar tekrar gülümsedin. Mutlu olduğundan şüphe etsen bile, kimse fark etmesin istedin bunu. Mutluluk denen şeyin sorgulamamak, şüphe duymamak, akıntıya kapılmanın kendisinden başka bir şey olmadığını kimse öğretmemişti sana. Cümle dışında, tek başına anlamı olmayan edat gibiydi mutluluk. Bana mutluluğun formülünü öğrettiler sandın, sana sadece hiçbir şey yapmamayı öğretmişlerdi. Evet, bu yaşadığın genelde mutluluk diye seslendiğimiz şeydi . Ama mutluluğun kendisi değil.
          O uzun gece bitmişti. Hayatımın en mutlu gecesi dedin o geceye. Evlilik ne demekti senin için? “Aşkımın vücut bulması” diye cevaplayabilirsin bu soruyu. “Aşkımın, tutku dolu sevgimin bedeni, evlilik! ” bu da şık bir cevap olurdu açıkçası. O halde kendi bedenini yiyip bitiren bir şey olmalı bu evlilik denen şey.
          Zaman geçti, çok zaman. Önce aileler karışmıştı işin içine. Onlar da kendi hayallerindeki “sevgi bedeni”ni yaratma çabasından olsa gerek, evliliğinizin kollarından iki yandan çekiştirdiler. Evlilik ilk ısırığı aldı aşkınızdan. Düşünmeniz gereken tek şey romantik ilişkiniz değildi artık. Sonra birkaç çocuk yaptınız. Aşkımızın meyvesi…  ilk dansınızda etrafa saçtığın yapmacık gülümsemen kadar, yalandı bu laf da. İtiraf etmelisin ki, o çocuklar sadece yaşlandıkça yalnız kalma korkunuzun artmasının meyvesiydi. Sırayla, geç ödenen fatura, beğenilmeyen yemek, ortasından sıkılan diş macunu, yatağın üzerine atılan kirli bir çift çorap, ütülenmeyen gömlek, televizyon sesi, giyilen mini etek, cekete sinen kadın kokusu, beklenen güzel söz… hepsi payına düşen birer lokmayı aldılar evlilik dediğin bedenden. Her gün biraz daha küçüldü aşkının bedeni sandığın evliliğin. Artık, en başında yapmadığın şeyi yapmaya halin bile kalmamıştı… mutluluğu sorgulamak… Mutluluk aşk, aşk da evlilik mi demekti?
        Kocan, arka odadan sesleniyor şimdi: -Aşkımız nerede hayatım, bulamıyorum? –Bıraktığın yerdedir… ya da belki de dün süpürmüşümdür!!! 

10 Temmuz 2011 Pazar

Rüyadaki araba

Bu aralar rüyalarımda, araba kullanırken tam frene basmak istediğim anda hep gaza basıyorum. Sonra önüme çıkan insanlara, hayvanlara çarpma ihtimalinin verdiği korkuyla karışık inanılmaz bir haz duyuyorum. Hız yapmak güzeldir diyorum kendi kendimi gaza getirerek. Ben araba sürmeye devam ederken rüyam sonlanıyor ve rüya süresince önüme kimse çıkmıyor. Seviniyorum. Kimseye çarpmayacağım için..

Ay ve Kamyon

Bir ay yanıyor bu gece gökyüzünde,
Ve bi kamyon geçiyor altından, gürültülü.
Doğanın ışıltısı, ihtişamı,
Kamyonun koca tekerleklerinin altında eziliyor,
Düzleşileşiyor zamanla, gölgesi bile..

20 Haziran 2011 Pazartesi

sabır etmek

Sabretmek, imkansıza bir şans daha vermek gibi..

Gözdeki mutluluk

Bazen birinin gözlerinin içindeki mutluluğu görmek yeterli olur. Zaten o gözlerde kendini görürsün.Bazıları bununla yetinmeyi bilmese de..

19 Haziran 2011 Pazar

Bulaşık yıkarken

Suyu ısıttım. Deterjan, sünger. Kirlenmiş tabaklar, çatallar. Sevdiğim insanların yaptığı yemeklerden arta kalan bulaşıklar. Biraz önce o yemekleri yerken attığımız kahkahalar. Rahatlama hissi. Şimdi bulaşıkları yıkıyorum. Sırayla bardaklar tabaklar çatal, kaşık ve tencereler. Özenle yavaş yavaş yıkıyorum. Kalan lekeleri kontrol ediyorum, durulamadan önce. Tüm dikkatimi fark etmediğim lekelere vererek devam ediyorum temizleme işine. Artık kalıplaşmış hale gelen lekeler var bazılarının üzerinde, onların üzerinde pek durmuyorum. Kalıcı lekeler benim suçum olmazlar. Önemsemiyorum. Kafamdan bin bir türlü şey geçiriyorum kirli tabağıma köpüklü süngerimi sürerken. Tabakların bazılarından gıcır gıcır sesler çıkıyor. Onların daha çok temizlendiğini düşünüyorum nedense. Temizliğin bir sesi olduğunu düşünüyorum, diğer her şeyin bir sesi olduğu gibi. Şimdi her şey köpüklü ve bu beyaz küçük baloncuklar yavaşça aşağı doğru inerek kaybolmaya yüz tutuyor. Hepsi yok olmadan durulamaya girişiyorum. Hava sıcak camdan güneş vuruyor. Soğuk su iyi gelir diyorum, serinlerim de. Duruladığım bulaşıkları dizmeye başlıyorum. Bir süre sonra ellerim buz kesiliyor. Hava sıcak diyorum dayan. Sabrediyorum uzun süre. Dayanamayacak hale geldiğimde mantığım da lavabonun deliğinden akıp gidiyor. Musluğun sıcak tarafını da açıyorum. Elim bir süre sonra ısınıyor. Bitirmeme çok az var, derken... Çat! şangır, şungur!! Mermer tezgahın üzerinde unuttuğum bir bardak. Patladı. Aklımın ermediği bir takım fizik kuralları olsa gerek diyorum. Hani şu hiç bir koşulda değişmeyenlerden. Bu, korku ile karışık ilk tepkim oldu. Sonra daha geleneksel tepkiler üretiyorum. Nazar çıktı ! İyi oldu diyorum işte, fena mı canım, nazar çıktı! Bir şeylere kişisel manalar yüklemenin bu dünyada yaşamayı ne kadar da kolaylaştırdığını anlıyorum, bir kez daha. Dünyaya çok mana yükleyen biri olmadığımı düşünsem de. Dünyaya anlam yükleyen birileriyle vakit geçirmenin bünyeme iyi geleceğini düşünüyorum. Rahatlıyorum.

12 Haziran 2011 Pazar

Dolunaysız gece

Biliyor musun, bambaşka şeyler yazmaya karar vermişken, tam şuan bilgisayar ekranının üzerinden aşağıdan yukarı doğru çıkan küçük bir böcek takıldı gözüme. Seyre daldım, dikkatlice. Başı ve sonu sivri bir elipsi andıran, koyu renkli . Toplamda altı bacağı var. Hiçbir zaman çözememişimdir o altı tane uzuv el mi, ayak mı? Yine de ayak dedim yıllar yılı. Ona bakarken şunları düşündüm: "Ne kadar da küçük, koskoca doğa karşısında. Ne kadar da savunmasız. Bir parmak dokunuşum onun tüm hayatını boşa çıkarabilir, şimdiye kadar yaptıklarını anlamı onun için bir anda silinebilir." Peki bizim yaptıklarımızın, emeklerimizin, hayallerimizin bir parmağın ucunda olmadığı nereden belli. Hangimiz biliyoruz ki frene basmak yerine yanlışlıkla gaza basan bir ayağın, küçük bir dokunuşunun birazdan bizi öldürmeyeceğini. Sadece şanslı bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Koca evrende küçük bir zerre olarak.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Kapıdan dönmek

Aklımdan bir şeyler yapmak geçer bazen. Yapmak istediğin şey kiminle birlikte olabilirse, kiminle ilgili ise , o bildiği anda anlam kazanan türden. Gitsem mi, yapsam mı, söylesem mi diye bin defa düşündüğüm. İlk adımı milyonlarca kez tekrarladığım. Unuttum sandığım anda tek bir hareketle yeniden aynı sıcaklığıyla hatırladığım. Çok gitmişimdir o kapıya, çok da dönmüş. Beni döndüren küçücük bir laf olmuştur, hatırladıkça üstüne düşünür, düşündükçe de daha çok döndürür beni düşüncelerim o kapıdan. Yine kapıya geldim, uzaktan onu gördüm, mutlu gibi gözüküyordu olmasa bile. O beni fark etmedi. Geri döndüm oradan. Olacaklar hiç olmadı ve hiç olmayacaklarmış gibi gözüktüler gözüme. Kapıyı çalmayınca o kapıya hiç gelmemiş gibi oldum. Onunsa olan bitenten haberi yoktu, hiçbir şey yapmadım sandı...

5 Haziran 2011 Pazar

Karizmatik olmak

Bugün bir karizmatik olma hikayesine şahit oldum. Bu hikaye ile ilgili ince ayrıntıları ben ve bir kaç kişiden fazlasının dikkat ettiğini sanmıyorum. Karizmatik olma isteği vücuda kasılmış bir duruş vererek başlar. O vücut öyle kaskatı, esnemez bir şekle bürünür ki küçük bir burkulma ile bu insanın kemiklerinin parçalanacağını düşünebilirsin. fark edilmeyen son basamakta yaşanan anlık bir ayak burkulması, masaya konan dirseğin saniyenin binde birinde masadan düşüp tekrar yerine gelmesi, fiziksel bir güce ihtiyaç duyulduğu anda ortalığa atılıp başarısızlık elde edilmesi ve benzeri bir çok olay bu karizmatiklik meraklısı insanları fark etmene sebep olabilir. Bu insanlar normal insanların arasında yaşıyor olmasına rağmen kendilerini diğerlerinden çok daha güzel veya yakışıklı sanan kadın vaya erkeklerdir. Onlara süper marketin idari müdürü, üniversite topluluğunun başkanı, ilköğretim sınıf annesi, apartman yöneticisi, akraba ziyaretlerinde çok bilen abi/abla kılıklarında rastlayabilirsin. Ülke çapında bir önem arz etmeseler de, yönettikleri küçük organizasyonları ana damarlarıdır. Genelde bu ve benzeri kılıklara bürünmelerine rağmen bugün rastladığım olayı diğerleriyle aynı kefeye koymaya vicdanım el vermedi. Bu karizma sahibi kişi omleti havaya atıp çevirmesi yetmiyormuş gibi, tavadan tabağa koyarken bile- karizmadan ödün vermeden- bir fırlatma gerçekleştiriyordu. Bu sırada tabağa yamuk yerleşen omleti kıvrak bir manevrayla düzeltip gösterisine devam ediyordu. "Hocam baharat ister misiniz?" diye sorduktan baharat kutusu düşme tehlikesi geçirmesine rağmen, yerinde bir tepkiyle yakalayıp işine devam etti. Tüm bu küçük, hızlı ama hayati düzeltmelerinden onun da karizmatik olmak isteyen biri olduğunu anlayabilirdin. Tabi gözüme takılan hak verirsin ki bir benzerlik değil bir farktı. O tüm bu tepkileri verirken suratında sürekli hınzır bir gülümseme vardı. Hatalarının ve düzeltmelerinin, birileri tarafından yakalanmasından rahatsız olmanın, sinirlenmenin aksine memnuniyet duyuyordu. Bu gibi ufak marifetler eleştirilmek yerine ancak takdir edilebilirdi. Eleştirilmek de zaten onun korktuğu bir şey gibi durmuyordu. Aradaki can alıcı fark da buydu. Bence etkileyici olmak denen şey tam da bu olmalı!

4 Haziran 2011 Cumartesi

Heyecanlı adam...

Heyecanlı bir adamın hareketlerini takip etmek ne kadar da zevklidir. Bir an bile hareketsiz kalmaz, eli , kolu, ayağı... Bacak bacak üstüne atar, kollarını birbirine kavuşturur, tekrar çözülür. Gözleri büyür. Sonra birden-sebepsiz- elini çenesine götürür, gözlerini yukarı uzaklara diker, hayal eder, umutlanır, gülümser, plan yapar. Bundan da vazgeçtiğinde başını iki elinin arasına alır, düşünür, ya olmazsa!!! Bu kez yine dudakları hafif yukarı büküldüğünde, ayağını masanın kenarına çarpmış gibi hissettiğini anlarsın. Ama o ayağı o masaya çarpsa bile acımaz o ayak, gözünden yaş gelse bile ağlamıyordur. O ayağın acısından bağırsa bile deli gibi, hiçbir zaman dayanamayacağı kadar büyük değildir acısı. Susar, anlatmaz, bir adam.