20 Haziran 2011 Pazartesi

sabır etmek

Sabretmek, imkansıza bir şans daha vermek gibi..

Gözdeki mutluluk

Bazen birinin gözlerinin içindeki mutluluğu görmek yeterli olur. Zaten o gözlerde kendini görürsün.Bazıları bununla yetinmeyi bilmese de..

19 Haziran 2011 Pazar

Bulaşık yıkarken

Suyu ısıttım. Deterjan, sünger. Kirlenmiş tabaklar, çatallar. Sevdiğim insanların yaptığı yemeklerden arta kalan bulaşıklar. Biraz önce o yemekleri yerken attığımız kahkahalar. Rahatlama hissi. Şimdi bulaşıkları yıkıyorum. Sırayla bardaklar tabaklar çatal, kaşık ve tencereler. Özenle yavaş yavaş yıkıyorum. Kalan lekeleri kontrol ediyorum, durulamadan önce. Tüm dikkatimi fark etmediğim lekelere vererek devam ediyorum temizleme işine. Artık kalıplaşmış hale gelen lekeler var bazılarının üzerinde, onların üzerinde pek durmuyorum. Kalıcı lekeler benim suçum olmazlar. Önemsemiyorum. Kafamdan bin bir türlü şey geçiriyorum kirli tabağıma köpüklü süngerimi sürerken. Tabakların bazılarından gıcır gıcır sesler çıkıyor. Onların daha çok temizlendiğini düşünüyorum nedense. Temizliğin bir sesi olduğunu düşünüyorum, diğer her şeyin bir sesi olduğu gibi. Şimdi her şey köpüklü ve bu beyaz küçük baloncuklar yavaşça aşağı doğru inerek kaybolmaya yüz tutuyor. Hepsi yok olmadan durulamaya girişiyorum. Hava sıcak camdan güneş vuruyor. Soğuk su iyi gelir diyorum, serinlerim de. Duruladığım bulaşıkları dizmeye başlıyorum. Bir süre sonra ellerim buz kesiliyor. Hava sıcak diyorum dayan. Sabrediyorum uzun süre. Dayanamayacak hale geldiğimde mantığım da lavabonun deliğinden akıp gidiyor. Musluğun sıcak tarafını da açıyorum. Elim bir süre sonra ısınıyor. Bitirmeme çok az var, derken... Çat! şangır, şungur!! Mermer tezgahın üzerinde unuttuğum bir bardak. Patladı. Aklımın ermediği bir takım fizik kuralları olsa gerek diyorum. Hani şu hiç bir koşulda değişmeyenlerden. Bu, korku ile karışık ilk tepkim oldu. Sonra daha geleneksel tepkiler üretiyorum. Nazar çıktı ! İyi oldu diyorum işte, fena mı canım, nazar çıktı! Bir şeylere kişisel manalar yüklemenin bu dünyada yaşamayı ne kadar da kolaylaştırdığını anlıyorum, bir kez daha. Dünyaya çok mana yükleyen biri olmadığımı düşünsem de. Dünyaya anlam yükleyen birileriyle vakit geçirmenin bünyeme iyi geleceğini düşünüyorum. Rahatlıyorum.

12 Haziran 2011 Pazar

Dolunaysız gece

Biliyor musun, bambaşka şeyler yazmaya karar vermişken, tam şuan bilgisayar ekranının üzerinden aşağıdan yukarı doğru çıkan küçük bir böcek takıldı gözüme. Seyre daldım, dikkatlice. Başı ve sonu sivri bir elipsi andıran, koyu renkli . Toplamda altı bacağı var. Hiçbir zaman çözememişimdir o altı tane uzuv el mi, ayak mı? Yine de ayak dedim yıllar yılı. Ona bakarken şunları düşündüm: "Ne kadar da küçük, koskoca doğa karşısında. Ne kadar da savunmasız. Bir parmak dokunuşum onun tüm hayatını boşa çıkarabilir, şimdiye kadar yaptıklarını anlamı onun için bir anda silinebilir." Peki bizim yaptıklarımızın, emeklerimizin, hayallerimizin bir parmağın ucunda olmadığı nereden belli. Hangimiz biliyoruz ki frene basmak yerine yanlışlıkla gaza basan bir ayağın, küçük bir dokunuşunun birazdan bizi öldürmeyeceğini. Sadece şanslı bir şekilde yaşayıp gidiyoruz. Koca evrende küçük bir zerre olarak.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Kapıdan dönmek

Aklımdan bir şeyler yapmak geçer bazen. Yapmak istediğin şey kiminle birlikte olabilirse, kiminle ilgili ise , o bildiği anda anlam kazanan türden. Gitsem mi, yapsam mı, söylesem mi diye bin defa düşündüğüm. İlk adımı milyonlarca kez tekrarladığım. Unuttum sandığım anda tek bir hareketle yeniden aynı sıcaklığıyla hatırladığım. Çok gitmişimdir o kapıya, çok da dönmüş. Beni döndüren küçücük bir laf olmuştur, hatırladıkça üstüne düşünür, düşündükçe de daha çok döndürür beni düşüncelerim o kapıdan. Yine kapıya geldim, uzaktan onu gördüm, mutlu gibi gözüküyordu olmasa bile. O beni fark etmedi. Geri döndüm oradan. Olacaklar hiç olmadı ve hiç olmayacaklarmış gibi gözüktüler gözüme. Kapıyı çalmayınca o kapıya hiç gelmemiş gibi oldum. Onunsa olan bitenten haberi yoktu, hiçbir şey yapmadım sandı...

5 Haziran 2011 Pazar

Karizmatik olmak

Bugün bir karizmatik olma hikayesine şahit oldum. Bu hikaye ile ilgili ince ayrıntıları ben ve bir kaç kişiden fazlasının dikkat ettiğini sanmıyorum. Karizmatik olma isteği vücuda kasılmış bir duruş vererek başlar. O vücut öyle kaskatı, esnemez bir şekle bürünür ki küçük bir burkulma ile bu insanın kemiklerinin parçalanacağını düşünebilirsin. fark edilmeyen son basamakta yaşanan anlık bir ayak burkulması, masaya konan dirseğin saniyenin binde birinde masadan düşüp tekrar yerine gelmesi, fiziksel bir güce ihtiyaç duyulduğu anda ortalığa atılıp başarısızlık elde edilmesi ve benzeri bir çok olay bu karizmatiklik meraklısı insanları fark etmene sebep olabilir. Bu insanlar normal insanların arasında yaşıyor olmasına rağmen kendilerini diğerlerinden çok daha güzel veya yakışıklı sanan kadın vaya erkeklerdir. Onlara süper marketin idari müdürü, üniversite topluluğunun başkanı, ilköğretim sınıf annesi, apartman yöneticisi, akraba ziyaretlerinde çok bilen abi/abla kılıklarında rastlayabilirsin. Ülke çapında bir önem arz etmeseler de, yönettikleri küçük organizasyonları ana damarlarıdır. Genelde bu ve benzeri kılıklara bürünmelerine rağmen bugün rastladığım olayı diğerleriyle aynı kefeye koymaya vicdanım el vermedi. Bu karizma sahibi kişi omleti havaya atıp çevirmesi yetmiyormuş gibi, tavadan tabağa koyarken bile- karizmadan ödün vermeden- bir fırlatma gerçekleştiriyordu. Bu sırada tabağa yamuk yerleşen omleti kıvrak bir manevrayla düzeltip gösterisine devam ediyordu. "Hocam baharat ister misiniz?" diye sorduktan baharat kutusu düşme tehlikesi geçirmesine rağmen, yerinde bir tepkiyle yakalayıp işine devam etti. Tüm bu küçük, hızlı ama hayati düzeltmelerinden onun da karizmatik olmak isteyen biri olduğunu anlayabilirdin. Tabi gözüme takılan hak verirsin ki bir benzerlik değil bir farktı. O tüm bu tepkileri verirken suratında sürekli hınzır bir gülümseme vardı. Hatalarının ve düzeltmelerinin, birileri tarafından yakalanmasından rahatsız olmanın, sinirlenmenin aksine memnuniyet duyuyordu. Bu gibi ufak marifetler eleştirilmek yerine ancak takdir edilebilirdi. Eleştirilmek de zaten onun korktuğu bir şey gibi durmuyordu. Aradaki can alıcı fark da buydu. Bence etkileyici olmak denen şey tam da bu olmalı!

4 Haziran 2011 Cumartesi

Heyecanlı adam...

Heyecanlı bir adamın hareketlerini takip etmek ne kadar da zevklidir. Bir an bile hareketsiz kalmaz, eli , kolu, ayağı... Bacak bacak üstüne atar, kollarını birbirine kavuşturur, tekrar çözülür. Gözleri büyür. Sonra birden-sebepsiz- elini çenesine götürür, gözlerini yukarı uzaklara diker, hayal eder, umutlanır, gülümser, plan yapar. Bundan da vazgeçtiğinde başını iki elinin arasına alır, düşünür, ya olmazsa!!! Bu kez yine dudakları hafif yukarı büküldüğünde, ayağını masanın kenarına çarpmış gibi hissettiğini anlarsın. Ama o ayağı o masaya çarpsa bile acımaz o ayak, gözünden yaş gelse bile ağlamıyordur. O ayağın acısından bağırsa bile deli gibi, hiçbir zaman dayanamayacağı kadar büyük değildir acısı. Susar, anlatmaz, bir adam.