29 Ağustos 2011 Pazartesi

Gençliğimin fotoğrafı


Eskiden fotoğraflarda gözü kapalı çıkan yıllarca öyle kalırdı hayalimizde.. Annesinin kucağında oturmakta zorlanan çocuk zaten yaramaz, eteğini çekiştiren küçük kız fingirdek olacağı belli olandi .. Ben gözü kapalı çıkmış insanları hep sessiz, sakin, bulundukları yerden sıkılmış olarak bilmiştim.  Fotoğrafı çekene doğru hamle yapmış, ağzı açık ve/veya yamuk çıkmış her insanın "dur ayol saçımı düzelteyim" , "kızz gelsene gülsüm" , "flaşı aç flaşı!! " gibi nidalar savurduğunu bilirken, aynı zamanda bu insanların olaylara fazla müdahale eden, baskın kişiler olduğunu geçirdim aklımdan. Özenle giyilmiş kıyafetlerden hep bi bayram günü olduğunu çıkarılabilirdi, fakat her gün fotoğraf çekilmezdi eskiden. Herkes bir araya geldiği gün en güzel kıyafetler giyinilip geçilirdi makina karşısına, bi bayram günü gibi.. Sonra o fotoğrafı elime alıp baktığımda, o gün "turuncu saçlı bebeğimi bulmadan gelmem.." dediğimi, fotoğraftaki asık suratımdan hatırlardım.

Şimdi dünya güzeli çıkana kadar çek allaah çek..şansımızı çok zorluyoruz! Aynı duruş, bakış, halihazırda hep de süslüyüz. Şimdi ne yıllar sonra bile hatırlayabileceğim bir hazırlığı var fotoğrafların ne de karakter analizi yapabiliyorum onlardan..Artık hepimizin bakışı ahu, yüzü ay parçası. hepimiz yakışıklı, hepimiz güzeliz..




20 Ağustos 2011 Cumartesi

Havalı bi adam

Cüsseden irice hisseden kıssaca aptal bakışlı tiki adam. Kafası, arabalarda hareketle orantılı sallanan süs  köpek kafası gibi gövdesinden bağımsız bi oyana bi bu yana sallanıyordu. Arada başı benim olduğum tarafa dönerken, masum çekingen ve sonuç olarak çapkın göründüğünü düşündüğü kısık ve kesintili malımsı bakışlar atıyordu kendisi üzerime. Eminim bu şekilde ne çok kız tavladığını da geçiriyordu içinden.. Ama belli oluyor ki dünyada bu tarz küçük erkek oyunlarını yiyecek kızcağız kalmadığından haberdar olmayacak kadar da acemiydi bu işte. O doğuştan gelen yetenekleriyle kızları etkilediğini düşünürken işin aslı böyle değildir. Evet tavlanan diye tabir edebileceğimiz hatrı sayılır sayıda kız arkadaşı olmuş olabilir. Fakat bu noktada araya çoktan başka etkenler girmiştir bile. Ray ban gözlükeri ona çok yakıştığı için kızlar üzerinde etki yarattığını düşünürken gözlüklerin fiyatını, şıklığının sebebini beyaz tişörtü buz mavisi kotu ve siyah saatinin akla ziyan uyumu sanarken her birinin markasını, kareli donunu beline kadar çekip eğildiğinde nasıl da davetkar göründüğünü hayal ederken o donun etiketini hiç mi hiç hesaba katmamıştır. Asıl pahalı olan üstündekiler olmasına rağmen gereğinden fazla değer biçmiştir kendine bu delikanlı. Bu tür tehlikeli türlerden biridir kendine zarar verebilir, hayal kırıklığına uğrayabilir. Bulunduğu çevrede ise tüm gerçeklerin farkında olup bu yolda devam eden arkadaşları da elbette çok sayıda mevcuttur. Bizim gencimiz de tabi ki türünün genelini kapsayan tipik özellikleri bünyesinde bulundurur. Örnek vermek gerekirse; erkek erkeğe sohbetlerde  kızların kusurlarını acımasızca eleştirmeleri gözümüze çarpabilir. Hafif kilolu, makyaj yapmayan, sade giyimli bi hanımefendiyi koca g*tlü çirkin ve/veya lezbiyen olmakla suçlayabilir sıkça. Onun için, iri ve gereksiz bedeninin altındaki koca g*tü o kızınkinden daha fazla övgüyü hak ediyordur. Bu durumda da ancak manken gibi bi fiziğe sahip alımlı bi çubukhanım onun yanına yakışan cinsten olabilir. Kalıplaşmış kostüm özelliklerinden bahsetmeye devam edersek; kıyafetiyle uyumlu ve içinde çok fazla nakit/kredi kartı barındıran şişkin bir cüzdanı, şık ve pahalı arabasına ait olduğu şüphe götürmeyen bir çift anahtarı, ayrıca elde bu ikisinin yanında veya kelleşmeye yüz tutmuş kısa traşlı kafada yer bulabilen parlak camlı bi gözlük en belirgin aksesuarları arasında sayılabilir. Oturduğu her yerde gürültülü bir şekilde masada göz hizasına koyduğu bu üçlü eminim onun için en büyük gurur kaynağı ve onda baba oğul kutsal ruh üçlemesinin yerini almış bi yapıdır. Sonrasında, kuş bakışı bakıldığında sağ bacağı ile oluşturduğu ikizkenar üçgenin tabanını sol bacağı tamamlarken geriye kaykılarak oturduğu sandalyesinde , başını sol alt köşeden alıp sağ üst köşeye aheste bi şekilde savururken, kuzeydoğu istikametinde bir süre havada açık halde asılı kalan büyük ağzı, otobanda 300km hızla yanımızdan geçen motorun vınnnnnnnnn!!!!!!! sesine benzer bi sesin alt efekt oluşturduğu "...(vınn) ya beyleeer..."şeklinde başlayan cümleler kurar o masalarda. Büyük parlak gözlüklerini takıp sesli şekilde eleştirilerini (hakaretlerini) savurur çirkin ve ucuz bulduğu kızlara. "Üstüne para versen aynı yatağa girilmez oğğllum bunlarla!!!"  nidaları sarar ortalığı. Sessizliği ve yamukluğuyla ortalığa küçümsemecikler saçan sırıtışını da eklemeyi unutmaz ardına. Yine de hepsini baştan aşağı süzer, süzer ki dayanılmaz cazibesinin bi kez daha farkına varabilsin. Mutlaka sosyal paylaşım sitesinin birinde havalı bir hesabı  da bulunur. Bu hesap, ıslak geriye doğru taranmış saçları, iri yağlı ve hantal vücudunu kaslı izlenimi verecek şekilde göğüs kılları altında birleştirdiği kalın kolları havuz kenarından güç alırken, onun daha heybetli ve karşı konulmaz görünmesini sağlıyordu. Üstüne de güneydoğu doğrultusunda yan yatmış, çeneyi büyük gösteren kafa duruşu ve kısık kesik bakışı eklediğimizde klasik bi profil fotosu da tamamlanmış olur.
Aman ha!! Normal bi topluluk içinde kaldığında ona hassas davranalım, davranalım ki , kendi arkadaş grubuylayken bakışlarıyla bile konuşan bu adam dut yemiş bülbül olmasın. Anlayışlı davranalım ki ona, benzersiz çekiciliğinin her yerde etki yaratabildiğini bir an olsun çıkarmasın aklından. Onla karşılaştığımızda yakınında durup, yüzüne aralıksız bakalım ki, bakışlarının her zaman  dayanılmaz bi etki alanına sahip olduğundan emin olsun.. Onu görmezden gelmeyelim toplumda bi yer edinemese de ayağını yerden kesecek sebepleri olsun..

Davulcunun ü'nü

Dan dı dan dan, dann dann, dan dı dan dan, dann dann, (es) dannn! Bunu andıran bir ritimle sıçrıyorum. Bir ay var, çok özel kimileri için ve bazıları için uzak sadece.. Bu ritmi ilk duyduğum gün büyük bi sıçrama yaşıyorum (normalde böyle fikirlerimi yazıya dökmem, fakat şu an aklıma geldi, tutmayacağım kendimi. S*ç + ramak, yani s*çmaya ramak kalması hali). Bu büyük sıçrayışım beni büyük bi karar almaya itiyor; aynı şeyi bir daha yaşamamak için bundan sonraki gecelerde davul çalana kadar uyumamaya karar veriyorum. Artık beni korkutamassın haşin adam ve onun gergin davulu. Artık siz benden korkun! Herkescikler uyurken aniden kafanıza bi terlik savurabilirim. Tövbe edersiniz bu işe.
Bi süredirse ilk günlerden farklı, ürkek bi ritm duyuyorum. Başlarda ben ondan korkuyorken, şimdi sanki o benden tırsmış gibi hafifçe yükleniyor davuluna. Tabi ki muhteşem hayal gücüm, bu resmi de hemmen tamamlayıveriyor. Bi analiz tablosu çıkarıyorum önüme. Davulu genelde roman arkadaşlar çalar ve romanlarda müzisyenlik baba mesleğidir yüzyıllardır. Her baba, usta çırak ilişkisiyle oğluna öğretir bu mesleğin inceliklerini. Yiğitlik er meydadında öğrenilir kısacası. Bu ansilopedik bilgi beni birdenbire aydınlatır. Buldum! Bu çalan davulcunun oğlu! Hem ürkek hem arada kaytarır cinsten vuruşları. Kesin o! Ona bir öğütte bulunmayı istiyorum. Camı açıp bağırıyorum. Hey davulcu...! Hevesle pencerenin dibine kadar yaklaşıyor. İşi gücü bi kenara bırakıp, benim gibi bilge bi ablayı dinlemeye koyuluyor. "Biraz kuvvetli vur şu davula, yoksa kimseler bahşiş vermez sana" diyorum. Pencereyi kapatıp odanın karanlığına karışıyorum. O beni uzaklaştı sanarken, pencerenin ardından onu röntgenliyorum. Ani bi hareketle ve mağrur bi şekilde başına dikleştiriyor. Kendine inanmanın duruşu bu! Tanırım. Omzunu kabartıyor, kolunu geriye atıyor ve tüm gücüyle vuruyor davuluna... Öylesine büyük bi vuruş ki bu, yankısından kulaklar çınlıyor, köpekler kedi kesiliyor, dinsizler imana geliyor

Yıllar geçmiş o günden sonra. Bizim acemi davulcu büyük, çok meşhur bi üstad oluvermiş. Konserler verip, albümler yapıyor. Herkes onun davula vurduğu tek bi fiskeye şahit olmak adına müthiş paralar harcar oluyor. Yurt dışında festivallere katılıyor, yılın sanatçısı seçiliyor. Sonunda en prestijli ödülün de sahibi oluyor: Nobel barış ödülü! Kültürler arası bi köprü, tüm dünya için bi fenomen halini alıyor. Onun sayesinde senfoni orkestralarına davulcu bulundurma mecburiyeti getiriliyor. CSO( cumhurbaşkalığı senfoni orkestrası) o resmi halinden uzak bambaşka bi havaya bürünüyor. Orkestrada çalan akrabalarını izlemeye gelen roman vatandaşlar, davulun insanın içini hoplatan ritmini duydukları andan itibaren , oldukları yerde oynamaya, göbek atmaya başlıyorlar. Her yer şenleniyor, klasik müzik camisı devrim niteliğinde büyük bi değişim yaşıyor. Artık kimse klasik müzik konserlerinde uyuklamaz, esnemez oluyor. Frag yerine şalvar modası başlıyor protokolde. Elit buruşuk hanımlar kulaklarının arkasına bir de kırmızı gül sıkıştırıveriyorlar. Bunca gelişmenin arasında bir tv kanalındaki röportajına rastlıyorum bizim genç davulcunun, sunucunu bu macera nasıl başladı bize anlatır mısınız sorusuna, şöyle cevap veriyor bizimki: "Bizimki baba mesleği aslında, ama ben diğerlerinden farklı olarak biraz isteksiz başladım bu işe, çiçekleri çok severim ama sokaklarda çiçek satmayı hiç düşünmedim hep bi dükkan açmanın hayalini kuruyordum tabi bunun için önce biraz para biriktirmem gerekiyordu. Bu sebeple geçici olarak davulculuk yapmaya karar verdim. Bir kaç yıl boyunca düğünlerde, folklor şenliklerinde, ramazan aylarında çaldım. Ta ki bi gece yarısı gönülsüzce davuluma vururken, beni sarsan o tiz sesi duyana kadar. "Biraz kuvvetli vur, yoksa kimse sana bahşiş vermez" diyordu, o ses. O günden sonra böyle isteksiz şekilde davulumu döverek asla çiçekci dükkanım için gerekli parayı biriktiremiyeceğimi anladım ve var gücümle, tüm yüreğimle asıldım tokmağıma. O gün bu gündür de, ne ben tek bir gün istemeden vurdum davuluma ne de benden yürekli bi davulcu geldi dünyaya. Şimdi, bana o gece bağıran kadına şükrediyorum. O olmasaydı ben asla şu anki konumumda olamazdım. Eğer beni duyuyorsa, tüm hayatımı ona borçlu olduğumu söylemek isterim." dedi ve sunucu diğer konuğu davet etmek üzere lafı değiştirdi.

Şimdi çok pişmanım o gece o çocuğa bu şekilde bağırmadığım için, onu uyarmayı ne çok isterdim halbuki.. Belki gerçekten hayatı bu yönde bi mucizeye dönüşürdü. Belki de ağız dolusu küfür edip takip eden günlerde de davlunu bildiği gibi çalmaya devam ederdi . Kimbilir...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Mutlu nefes

Kalbim ağzımda atıyor sanki. Bunun etkisiyle başım aynı ölçüde zonkluyor ve ateşler içinde... Karnımın ağrısı beni henüz doğmadığım zamanlara götürüyor, bi cenin halini alıyorum. Ağrı kesici, sıcak su torbası, kıvrılmak yatağa uzanmak.. Hiçbiri çare değil. Saatler akıp gidiyor da kolayca, o geçmek bilmiyor. Yine de dilime gelmiyor kendi sesimi duyamıyorum, "evet hastayım!" derken. Söylemezsem daha iyi olacakmışım gibi . Halbuki karnımın dili olsa konuşurdu, "hastayım , ölüyorum, kahretsin!", derdi. Karnım yavaştan guruldamaya da başladı, bana sinyal veriyor konuşuyor kendi dilinde.. Burnumdan geçen havayı hissediyorum sanki, yarısı yolda kalıyor ciğerlerime gitmiyor gibi. Yetmiyor aldığım nefes. Şimdi var gücümle alabildiğim kadar havayı içime çekiyorum. Nafile.. Düzen aldıramıyorum.. Bir az geliyor aldığım hava bir de çok. Daraldıkça daralıyorum. Yetişemiyorum bedenimin hızına..
Bir gün önce..
Öğle vakti uyanmıştım. Bir şeyler atıştırdım, acıkmamıştım henüz maksat alışkanlığım doysun.. Yemeğimi yerken bol bol güldüm konuştum. Sadece bir ambulans sesi irkilmemi sağlayabilmişti. Kim hastalandı acaba? Bu sıcakta kalp krizi mi, kaza ya da boğulma? Belki zor nefes alıyorlardı. Hayal edemedim, hissedemedim bile..
Şimdi,
sağlıklı bi bedenim varmış diyorum. O gün bunun fakında olmayan sağlıklı biriymişim meğer.. Yıllar yılı her şey için bi işaret bi başlangıç bekleyen insan olan ben sağlıklı bedenimden de aynı tepkiyi beklemişim. Ama tepkisizlikmiş onun işareti. Yolunda olan bir şeyin yolunda olduğuna, iyi olduğuna dair bir iz olmazmış..
Bu anlattıklarımı birine duyurmak isterdim. " Hah! Bir de bu rezil halinle mutlu olduğunu nasıl söylersin, mutluluğun ne demek olduğunu bilmiyorsun sen!" diyen kişiye. Yukarıda senden bahsediyordum. Sen ne kadar farkındasın ki aldığın onlarca temiz nefesin, bir de mutluluğu tanımlamaya çalışıyorsun. Bilmezsin ki mutluluk sahip olduğumuz sağlıklı bi bedene benzer elimizdeyken anlamayız, fark edemeyiz bile onu. Mutsuzluksa bi illet gibi ancak bize geldiğinde cebelleşiriz onla. Bilemezsin ki mutluyum diyen o insanlar aldığı her nefesin farkında olduğu için mutlu, sadece. Sen ise yalnızca ağrıyan karının acısını içinde bastırabildiğin sürece mutluyum sanırsın kendini, duyduğun mutsuzluğun işaretiyken. Mutluluğun işareti yok bunu bil. Tabi kime söylüyorum, mutsuzluğunun çığlıklarını bastırmaya çalışan adam, mutluluk da kahkahalar atıyor sanıcak.

2 Ağustos 2011 Salı

Elimin kiri

Buzdolabını açtım. Bir domates ve bir salatalık aldım. Soğanı hazırladım. Önce yıkadım, ovalayarak hepsini. Sonra salatalığın kabuklarını soydum. Tezgâh bir anda uzun, ince, yeşil şeritlerle doluverdi. Doğramaya başladım, sırayla soğanı, salatalık ve domatesi. Hah, doğru ya ne unuttum diyordum. Bir tutam maydanozla salatamın üzerini süsledim. “Her şeyini koydun mu?” dedi annem, “ tuzunu, yağını, nar ekşini ve elma sirkesini” koydum anne dedim. Tüm aşamalar tamamlanmış ortaya kırmızılı yeşilli rengârenk bir resim çıkmıştı. Bu harika tabağı birazdan yenmek üzere layık olduğu yere, yani sofraya bıraktım. Gözlerimi tekrar tezgâha çevirdiğimde, etrafın renkli fakat pis görüntüsünü beni rahatsız etti. Soğan kabukları, domates sapı, salatalık kabuğu… Temizlemeye başladım. Önce bir kaşık yardımıyla onlardan kurtulmayı denedim, düştüler etrafa saçıldılar. Sonra peçetenin işe yarayacağını düşündüm, bu kez de peçete parçalanıp bir de kendi pisliğini oluşturdu. Çaresiz kalmış, pisliğe yenik düşmüştüm. Başından beri çekindiğim son çareye başvurdum. İki elimi birden pisliğe daldırdığım anda, her yer tertemiz olmuştu. Vay canına ne çözümmüş! Elimi bu işe sokmak istemezken aslında şundan korkuyordum: “Ya oradaki pisliği tamamen temizleyemezsem ve üstüne elimi de boş yere kirletmiş olursam?”. Korktuğum başıma gelmemişti… Kire, pisliğe, kötülüğe ve her neyse diğerlerine elimi sürmekten, üzerime bulaşacaklarından korkmayıp bir işe giriştiğimde kusursuz temizliğe ulaşabilmiştim. Ellerime bulaşanlar, üzerime sıçrayanlar elbet bir yolla temizlenirmiş. Ya su olur bunu sağlayan, ya sabun, bazen zamanla… Ellerimi yıkadıktan sonra hem ellerimdeki hem de tezgâhtaki pisliklerden tamamen kurtulmuştum. Ve bunu sonrasında bir arkadaşa tavsiyede bulundum: “ Elini pisliğe daldırmadan, temizlik yapılmaz!”. Umarım dinler. Yoksa her yolu denedikten sonra, en sonunda yorgun halde deniyor olduğu tek çözüm yolu yine bu olacak…